zazaki.net
23 Nîsane 2024 Sêşeme

Îsmaîl Beşîkçî / Nuştox

Türk Siyasal Sistemi Karşısında Bilim-Resmi İdeoloji İlişkileri*

04 Hezîrane 2012 Dişeme 22:21

Bilim, evreni ve evrende olup bitenleri anlama çabasıdır. Bilim bu yolda, gözlemsel olguları betimler, olguları ve olgular arasındaki ilişkileri açıklayıcı hipotezler kurar, bu hipotezleri tekrar, olgulara dönerek test etmeye çalışır.

Bilimin temel koşulu ifade özgürlüğüdür. Bilim yönteminde, ifade özgürlüğü hem gerekli hem de yeterli bir koşuldur. Özgür düşünce, özgür eleştiri olmadan, bilimsel bilginin üretilmesi mümkün değildir. Akademik özgürlük bilimin gerekli ve yeterli bir koşulu değildir.

İfade özgürlüğü olmadan akademik özgürlük olmaz. Akademik özgürlük ancak, ifade özgürlüğü ortamında, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde yaşandığı, düşüncenin özgürce geliştiği bir ortamda oluşur.

İdeoloji eylemle, inançla ilgili bir kategoridir. İnanç, sorgulanmadan kabul edilen bir düşüncedir. İdeolojiler, din gibi kategorilerdir. İnançla ve eylemle ilgili olmaları vurgulanması gereken bir durumdur. İdeolojileri, “sosyal, ekonomik ve politik konularda üretilen ve kendi içinde tutarlı olan öğretiler bütünüdür” diye tarif etmek doğru değildir. Bu tarif ideolojilerdeki inanç ve eylem boyutlarını gizlemektedir. İdeolojiler kitleleri eyleme seferber etmekte kullanılan bir kategoridir. Sloganlar ve ideolojiler birbirlerini bütünleyen kategorilerdir. Halbuki, bilim sloganları her zaman dışlayan bir düşün yöntemidir.

Bilgi nedir? Bilgi, yeterince doğrulanmış olgusal bir önermenin dile getirdiğidir. Bilimin önermeleri her zaman bilgiye dayanır. İdeolojinin önermeleri ise, çoğu zaman bilgiye dayanmaz, kanaata, inanca dayanır. Bunu da doğrulamak veya yanlışlamak her zaman mümkün olmaz.

Bu yazıda, ideoloji, bilinci çarpıtan, toplumsal ve siyasal gerçeği değiştiren, bazan yok sayan, yanlış bilinç yaratmaya çalışan bir düşün kategorisi olarak ele alınmaktadır. Resmi ideoloji ise, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin, idari ve cezai yaptırımlarıyla korunduğunu ve kollandığını vurgulamak gerekir. İdeolojide, “en haklı olan, en doğru olan biziz…” anlayışı egemendir. Bu sarsılmaz bir inançtır. Sorgulanamaz. Eylemler, bu inanç doğrultusunda bu inancı yaşama geçirme amacıyla gerçekleşir.

Resmi ideoloji, Türk siyasal sistemi

Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin en önemli kurumu kanımca resmi ideolojidir. Resmi ideoloji sadece siyaseti belirlememektedir. Düşün hayatını, bilimi ve sanatı da belirlemektedir. Resmi ideolojiye sahip devletler, demokratik devletler değildir. Türkiye de bu yönden demokratik bir devlet değildir. Siyasal partilerin bulunması, parlamentonun bulunması, dört yılda bir seçimlerin yapılması, mahkemelerin olması… demokrat olmak için yeterli değildir. Siyasal içerikli davalarda mahkemelerin resmi ideoloji tarafından yönlendirildiği resmi ideolojinin gereklerin göre mahkumiyet kararları verildiği çok açıktır. Resmi ideolojinin egemen ideoloji olduğu besbellidir. Toplumda, örneğin, burjuvazinin ideolojisi herhangi bir ideolojidir. Örneğin, gelir dağılımındaki dengesizlik açısından, sömürü açısından, burjuvazinin ideolojisini eleştirebilirsiz. Bu düşüncelerinizden dolayı bir idari, cezai yaptırım söz konusu olmayabilir. Ama, Kürd sorunu açısından, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan hakları konusunda burjuvaziyi eleştirdiğiniz zaman idari ve cezai yaptırımla karşılaşmak söz konusu olabilir.

Siyasal sistem derken, iktidarın oluşumunu, siyasal iktidarı oluşturan güçleri kastediyorum. Siyasal rejim derken, vatandaşların devlet karşısındaki haklarının ve özgürlüklerin neler olduğu konusunu kastediyorum. Bunları belirleyenin resmi ideoloji olduğunu vurgulamak gerekiyor. Devlet, resmi ideoloji çerçevesinde, en doğru anlayışın, en doğru bilginin en doğru hareketin bu olduğunu vurgular. Halkın, yazarların, herkesin… bunlara inanmasını, bu bilgiler doğrultusunda tavır ve davranış sergilenmesini ister.

Anayasa’nın 26. maddesi, “Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti” nden, 27. maddesi, “Bilim ve Sanat Hürriyeti”n den söz etmektedir. Burada, “Bilim ve Sanat Hürriyeti”nin ayrı bir hürriyet olarak düzenlenmesi dikkat çekicidir. 26. maddede, “Düşünceyi açıklama ve Yayma Hürriyeti”nden söz edilirken, “Herkes düşünce ve kanaatlerini, söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir” dedikten sonra, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” diyerek bu özgürlüğün kullanılmasına bir yığın engel saymaktadır.

Bilim ve Sanat Hürriyeti’nin ayrı bir hürriyet olarak düzenlenmesi kanımca bir yanılgıyı içermektedir. Aslında, kısıtlamalar, yasaklar 27. maddede de sayılmıştır. Bu yasaklar, kısıtlamalar, “Yüksek Öğretim Kurumları ve Üst Kuruluşları” nı (YÖK) düzenleyen 130 ve 131. maddelerde de yer almaktadır. Bu iki farklı düzenlemede, “ifade özgürlüğü bazı koşullarda kısıtlanabilir; ama bilim ve sanat özgürlüğü kısıtlanamaz” gibi bir izlenim yaratılamaya çalışılmaktadır. Halbuki ifade özgürlüğü tam anlamıyla yaşama geçmeden bilim ortamı yaratılmadan, bilim özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir. Bilim ortamıysa, ancak, ifade özgürlüğünün özgür eleştirinin eksiksiz, dinamik bir şekilde yaşandığı bir ortamda oluşur.

Sosyoloji Mezunları Derneği

Araştırma/Araştırmacı Özgürlüğü

SOMDER’in, 2 Haziran etkinliği için gönderdiği davetiyede şu ifadeler yer almaktadır:

“Türkiye’de genel olarak sosyal bilimcilerin özel olarak da sosyologların bilimsel araştırma faaliyetlerinin özgürlüğünü düzenleyen ve onları güvence altına alan kanunlar yoktur. Hatta geçmişte olduğu gibi, günümüzde de akademisyenler ve sosyal bilim öğrencileri araştırmaları yüzünden “kurban” edilmektedir.

Araştırma konusunu özgürce belirleme, araştırma araçlarına özgürce ulaşma ve onları kullanma, araştırma sonuçlarını özgürce paylaşma, yayma ve araştırma öznelerinin güvenliği için onlara dair bilgileri saklama özgürlüğüne sahip olma vb.” gibi bilimsel faaliyetlerin sağlıklı yürüyebilmesi için olmazsa olmaz noktalar anayasal güvence altına alınmalıdır.

Ayrıca araştırma özgürlüğü sadece üniversitede çalışanlar için değil çeşitli özel ve kamu kurumlarında çalışanlar ile bağımsız bir şekilde araştırma yapanlar için de anayasal bir hak olmalıdır.

Burada, “…sosyal bilimcilerin, özel olarak da sosyologların bilimsel araştırma faaliyetlerinin özgürlüğünü düzenleyen ve onları güvence altına alan kanunlar yoktur…” yakınması, bu tür kanunlara gerek de yoktur. Önemli olan ifade özgürlüğünü savunmaktır. Bilim için araştırma için, gerekli olan budur. Bu hem gerekli hem de yeterli bir koşuldur. Akademik özgürlük anlayışının bilimsel araştırma için elverişli bir ortam yaratmadığını yine ifade etmek gerekir.

SOMDER’in, “Araştırma konusunu özgürce belirleme, araştırma araçlarına özgürce ulaşma ve onları kullanma, araştırma sonuçlarını özgürce paylaşma, yayma …” şeklindeki ifadeleri şüphesiz yerindedir.

Sosyal bilimler, ancak, resmi ideolojinin eleştirisiyle mümkün olur

1982 yılı sonlarında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kurulu, cunta lideri, Devlet Başkanı Orgeneral. Kenan Evren’ne, Hukuk Doktorası payesi veriyor. İstanbul Üniversitesi Senatosu, bu kararı onaylarken, Hukuk Doktorası unvanına bir de üniversite profesörlüğü unvanını ekliyor. Üniversiteler arası Kurul ise, bu unvanların, bütün Türk üniversiteleri ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi adına verildiğini söylüyor. YÖK Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı ve İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemi Demiroğlu, İstanbul Üniversitesi Senatosu’nun bir toplantısında, Cunta lideri ve Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’e Üniversite profesörlüğü cüppesini giydiriyor. YÖK üyeleri de bu törende hazır bulunuyor. Yapılan konuşmalarda, Kenan Evren’in bilime yaptığı katkılardan, ahlaki meziyetlerinden uzun uzun, övgülerle söz ediliyor.

Araştırma-inceleme, üniversite, bilim-resmi ideoloji, bilim ahlakı, ifade özgürlüğü, özgür eleştiri gibi konular söz konusu edildiği zaman bu olayın irdelenmesinde yarar vardır.

12 Eylül hakkında, 12 Eylül’ü gerçekleştirenler hakkında dava açıldı. Bu, kişi olarak benim olacağını hiç düşünmediğim, gerçekleşeceğini hiç sanmadığım bir konu. 12 Eylül’den, Cunta Lideri ve Devlet Başkanı Em. Orgeneral Kenan Evren’den, Yedinci Cumhurbaşkanı Kenan Evren’den ve dava arkadaşı Em. Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında dava açılması, Kenan Evren’den, Tahsin Şahinkaya’dan hesap sorulması Türk siyasal hayatında, Türk siyasal kültüründe çok önemli bir olay.

12 Eylül’den, Kenan Evren’den hesap soruluyor. Peki, üniversiteyi ne yapacağız? Resmi ideolojiye bu kadar bağlı bir kurum, bilimi, hukuku, nasıl üretebilir, adaleti nasıl gerçekleştirebilir? Kenan Evren’e doktora payesi verilmesinin, üniversite profesörlüğü unvanı verilmesinin bilimle, bilim zihniyetiyle, bilim ahlakıyla zerre kadar ilişkisi olan bir konu değildir. Siyasal bakımdan güçlü olanı, siyasal gücü elinde tutanı pohpohlamak bilim ahlakıyla, bilim yöntemiyle bağdaşmaz. Bu sürecin bilim yöntemiyle küçücük bir bağı bile yoktur. Bu konuda, Türk Üniversitesi Üzerine Gözlemler yazısına da bakılabilir. (www.kurdistan-post.eu, 13 Ekim 2011)

Daha sonra, kendisine hukuk doktorası payesi verilmesinin, Kenan Evren’in isteği olduğu, bu konuda, YÖK başkanına emir verildiği de anlaşılmıştır. Kenan Evren’in, “bu teklifin benden geldiği anlaşılmasın” diyerek gizliliğin korunmasını istediği de belirtilmiştir.

Bu sürecin, bilim-üniversite açısında sorgulanması gerektiği gibi, Kenan Evren açısından da sorgulanması gerekir. Orgeneral rütbesine kadar yükselmiş. Bütün unvanları, rütbeleri kazanmış bir general. Genelkurmay Başkanı olmuş, bu görevdeyken darbe yapmış bir general. Bütün bu unvanların, siyasal gücün yanında, bir de Hukuk Doktorası payesine neden ihtiyaç duyuyor? Profesörlere, profesörlerin, rektörlerin oluşturduğu kurumlara, YÖK’e direktif verme, emir verme yetkisine haizken, üniversite profesörlüğü unvanına neden ihtiyaç duyuyor? Bu herhalde, bu unvanların sağladığı prestijle, saygınlıkla ilgilidir. Bu unvanları, payeleri edinerek, prestij, saygınlık kazanılacağı umulmaktadır. Bugün, üniversitenin, bu unvanların, gerçekten böyle bir prestiji, saygınlığı var mıdır?

Türk Siyasal Sistemi Hakkında

Son birkaç yıldır, Özel yetkili Ağır Ceza mahkemeleri’nde, Ergenekon davası, Poyraz davası adı altında davalar görülmektedir. Bu davalarda daha çok emekli generaller, emekli subaylar yargılanmaktadır. Henüz görevde olan generaller ve subaylar da yargılanmaktadır. Bu generallerin büyük bir kısmı tutukludur. Emekli veya muvazzaf, orgeneral rütbesinde tutuklu generaller de vardır. Generaller ve subaylar, meşru hükümete karşı darbe planlamaktan yargılanmaktadır.

İddianamelerde, dava dosyalarında bu iddiaları kanıtlayacak birçok belge bulunmaktadır. Evlerde, bürolarda, karargahlarda yapılan güvenlik aramalarında darbe planlarıyla ilgili çeşitli konuşmalar, yazılı belgeler ele geçirilmiştir. Toprak altında saklanan silahlar ele geçirilmiştir. Generallerin, subayların sorguları sırasında, bu belgelere karşı tutumları dikkat çekmektedir. Hiçbir general “bu imza benimdir” dememektedir. “Bu belgeyi ben hazırladım” veya “hazırlanması için ben emir verdim” dememektedir. Örneğin “ıslak imza” konusunda pek çok bilirkişi incelemesi talep edilmiştir. Generallerin sorguları sırasında, “bunu ben yapmadım falan general yaptı” şeklindeki savunmaları da dikkat çekmektedir. Generaller, subaylar, her şeyi inkar etmektedirler. Açık, net bir şekilde, “bunu ben yaptım”, “bu belgenin hazırlanması emrini ben verdim” diyen yoktur. Neden? Çünkü, generaller, subaylar, yapılan işin yanlış olduğunu bilmektedirler. AKP hükümeti ısrarla bu yanlışın üzerine gitmektedir. Generaller ve subaylar da bu yanlışı savunamamaktadır.

Şöyle de düşünülebilir: Eğer generaller, subaylar, yapıp ettiklerini doğruluğuna, kendileri inanıyorlarsa, Anayasa’ın, yasaların, suç demesine rağmen, vicdani olarak yapıp ettiklerinin doğru olduğuna kani iseler, yine de yaptıklarını, düşündüklerini savunabilirler. Bunun yapılmamış, yapılmıyor olması, kendileriyle de kendi vicdanlarıyla da barışık olmadıklarını gösterir.

1960’ları, 70’leri, 80’leri, 90’ları düşünelim. Kürdlerden, Kürdistan’dan, Kürdçe’den söz etmek çok ağır idari ve cezai yaptırımlar getiriyordu. Ama, bu ağır yaptırımlara rağmen bazı yazarlar, araştırmacılar, örgütler, ısrarla, Kürdlerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan söz ettiler Savunmalarında bunları dile getirdiler. Çünkü somut olgulardan söz etmek, somut olguları inkar etmemek bilim yönteminin bir gereğiydi. Bilim, olgularla ilgilidir. Olguların olduğu gibi, sağlıklı bir şekilde saptanması gerekir. Hipotezler, ancak bu saptamadan sonra kurulabilir. Olguları yok sayan, inkar eden bir saptama, elbette bilimsel bir tutum değildir. Bilim anlayışına yaslanarak devletin inkar ettiği yok saydığı durumlar, ilişkiler savunulabiliyor. Bu elbette yanlış bir tutumdur.

Generallerin, subayların ve Kürdlerle ilgili araştırma inceleme yapanların bu farklı tutumların irdelemek önemlidir. Ama saptanması gereken bundan çok daha önemli bir durum daha vardır. O da şudur. Türk devleti bu yanlış üzerine kuruludur. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi, Türk egemenlik sistemi bu yanlış üzerine kuruludur. Bu, sistematik bir durumdur. Düşünelim ki, bu generaller, askeri vesayeti oluşturan kurumların üyeleriydiler. Söyledikleri, kararları ancak yaşama geçiriliyordu, bunları eleştirmek yasaktı. Bu elbette yeni bir durum değildir. İttihat ve Terakki’den beri, Teşkilat-ı Mahsusa’dan beri gelmektedir. Kurumlaşmıştır.

Modern devletde silah tekeli elbette devletindir. Devlet bu hakkını anayasa ve yasalar izin verdiği sürece, hukuka bağlı kararak kullanır. Bu meşru bir durumdur. Türk devleti ise, bunu gayrı meşru bir şekilde kullanmaktadır. Devlet, muhaliflerin, özellikle Kürdlere karşı meşru olmaya yollarla silah kullanmaktadır. “Faili meçhul” denen binlerce cinayetin failinin devlet olduğu artık besbellidir. Gizli devletin önemli bir mesaisi bu olmuştur. Gizli devlet, derin devlet, gayrı meşru bir şekilde ama, devlet olanaklarını kullanarak “faili meçhul” denen bu cinayetleri gerçekleştirmektedir. Muhalif örgütlerin kılığına, örneğin PKK kılığına girerek cinayet işlemiştir. JİTEM’in bu çerçevede ele alınması gerekmektedir. Bunu saptamak önemlidir. Ama bunda daha da önemli olan, devlete temel niteliğini veren gizli yönünün saptanmasıdır. Gizli devlet, derin devlet derken Milli İstahbarat Teşkilatı’nı (MİT)’i kastetmediğimiz açıktır. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin Anayasa’nın üstünde, fiili olarak Anayasa’nın üstünde bir belge olduğu bilinmektedir.

Türk anayasa hukuku incelemeleri, Türk siyaset bilimi incelemeleri, siyaset sosyolojisi incelemeleri devletin bu gizli yönünü deşifre etmeme konusunda büyük bir duyarlılık sergilemektedir. Resmi ideoloji kurumu, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, Türk siyaset bilimlerinin, Türk toplum bilimlerinin inceleme alanına henüz girmemiştir. Bütün bunların, Kürdlerle, Kürd/Kürdistan sorunuyla organik bir ilişkisi vardır. İfade açıklamalarına kısıtlama, baskı, başta bu ilişkilerin gün ışığına çıkmasını, tartışılmasını, bilince çıkarılmasını önlemek içindir.

Devletin, 1990’lara kadar üç önemli meşgalesi vardı. Komünizmle, sol akımlarla mücadele, şeriatçılıkla, irtica ile mücadele, Kürdçülükle mücadele. 1980’lerin sonunda, 90’ların başında, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Komünizmin gerilemesiyle sol artık, devlet tarafından bir tehdit olarak algılanmamaktadır. Bugünkü Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ise köken olarak, 1960’larda, 70’lerde, 80’le ve 90’larda, askeri vesayet kurumlarının mücadele ettiği yok edilmesi için çalıştığı akımlar arasında, yani dinsel sağ akımlar yer almaktaydı. Bugün, devletin en önemli meşgalesi Kürdler olmaktadır. Devlet, Kürdleri,  Kürdçe’yi, Kürd sorununu geriletmek için çok yoğun bir çaba içindedir. Sol akımları, solcuları, sağ akımları, şeriatçı akımları da Kürdleri geriletmek için kullanma çabası içindedir.

Kürdleri, Kürd sorununu geriletme konusunda yargı organları ve üniversite arasında yoğun bir işbirliği vardır. 1960’larda, 70’lerde, 80’lerde ve 90’larda, Kürdlerden ve Kürdçe’den söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşırlardı. Cumhuriyet Savcıları, mahkemeler, üniversitelerin, Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku, Kamu Hukuku, Tarih, Sosyoloji, Siyaset Bilimleri, Antropoloji, İktisat, Felsefe, Türkoloji, gibi bölümlerinden, bu bölümlerde görevli profesörlerden “bilirkişi raporu” adı altında raporlar isterdi. Profesörler de söz konusu kitapları veya yazıları, içinde suç var mı yok mu saikiyle okur, “suç var veya yok” şeklinde raporlar yazarlardı. Bu raporlar, genel olarak “suç” saptardı. O dönemler, üniversitelerin, profesörlerin Kürdlerle, Kürdçeyle ilgili “bilimsel” çalışmaları bunlardı. Kendilerine sağcı denen, solcu denen, liberal denen, Marksist denen… profesörler bu işi yapmışlardır. Mahkemeler de bu raporlara dayanarak mahkumiyet hükümleri verirlerdi. Kürdlerin aslında Türk olduğunu, Kürdçe diye bir dilin olmadığını isbat etmeye gayret eden gerekçeli kararlar yazmaya gayret ederlerdi. Bu mahkumiyet hükümleri, Yargıtay tarafından, veya Askeri Yargıtay tarafından kısa zamanda onanırdı. Adli Mahkemeler ile Askeri Mahkemeler arasında veya, Devlet Güvenlik Mahkemeleriyle Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri arasında esasa ilişkin bir tutum farkı olmadığı bilinmektedir.

Bir kitabı veya yazıyı, “içinde suç var mı, yok mu” saikiyle okumak elbette bilimsel bir tutum değildir. Düşüncede suç aramak, bilimsel bir tutum olamaz. Bilim sınırsız bir düşün özgürlüğünü gerekli kılan bir düşün yöntemidir. Hakaret etmek, ırkçılık, ayrımcılık yapmak şüphesiz bilim yöntemi anlayışı ile bağdaşmaz. Üniversite ve yargı işbirliğinde her iki kurum da kendi özüne, bilimin ve hukukun evrensel ilkelerine aykırı bir tutum içindedir.

Kürdleri, Kürdçe’yi yok saymak, inkar etmek üniversitelerin, profesörlerin işi olmamalıdır. Kürdlerin Türk olduğunu, Kürdçe diye bir dil olmadığını isbat etmeye çalışmak mahkemelerin işi olmamalıdır. Aslında, her iki kurumun da aynı işi yaptığı dikkatlerden uzak değildir. Devletin bu iki temel kurumunun yaptığı iş, kendi özlerine ters olan işlerdir ama Türk siyasal sistemine, Türk siyasal rejimine, Türk egemenlik sistemime çok uygun olan işlerdir. Fakat, her iki kurumun da güvenilirliğini, saygınlığını aşındıran işlerdir. Temel yanlışı benimseyen, teşvik eden, bu yanlışlara meşruluk vermeyi amaç edinen işlerdir. Bu sürecin bilincine varıldıkça bu ilişkiler de tartışılacaktır.

21 Kasım 2004’de Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 12 yaşındaki Uğur Kaymaz, babasıyla birlikte, 13 kurşunla katledilmiştir. 9 Kasım 2005’de, Şemdinli’de Umut Kitabevi “iyi çocuklar” tarafında bombalanmıştır. 19 Ocak 1007’de, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink gazetenin önünde katledilmiştir. Bu bombalamalarla ve katliamlarla ilgili olarak açılan davalarda mahkemelerin nasıl kararlar verdikleri bilinmektedir. Bunlar hukuka, adalete güveni aşındırmaz mı? Bir de bu mahkemelerin taş atan Kürd çocuklarıyla ilgili olarak verdiği kararlar vardır. Bu yargı süreçlerinden adalet çıkar mı? Burada, yargının, siyasal iktidarın yapıp ettiklerine meşruiyet veren bir işlevi vardır.

Üniversite, Araştırma, bilim- resmi ideoloji, memurluk, bilim adamlığı

6 Kasım 1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, 4. maddesinde, Yükseköğretimin amacını şu şekilde belirtmektedir.

Madde 4: Yükseköğretimin amacı:

a)     Öğrencilerini,

  1. Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliğine bağlı
  2. Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan
  3. Toplum yararının kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisiyle dolu
  4. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarının bilen ve bunları davranış haline getiren
  5. Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygıyı
  6. Beden, zihin, ruh, ahlak ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş
  7. İlgi ve yetenekleri yönünde yurt kalkınmasına ve ihtiyaçlarına cevap verecek aynı zamanda kendi geçim ve mutluluğunu sağlayacak bir mesleğin bilgi, beceri, davranış ve genel kültürüne sahip vatandaşlar olarak yetiştirmek

b)     Türk Devleti’nin ülkesi ve milleriyle bölünmez bir bütün olarak refah ve mutluluğunu artırmak amacıyla, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasına katkıda bulunacak ve hızlandıracak programlar uygulayarak, çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı ve seçkin bir ortağı haline gelmesini sağlamak

c) Yükseköğretim kurumları olarak yüksek düzeyde bilimsel çalışma ve araştırma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, bilim verilerini yaymak, ulusal alanda gelişme ve kalkınmaya destek olmak, yurt içi ve yurt dışı kurumlarla işbirliği yapmak suretiyle bilim dünyasının seçkin bir üyesi haline gelmek, evrensel ve çağdaş gelişmeye katkıda bulunmaktır.

Bu anlayışla bilimi üretmek mümkün değildir. Bu anlayış sorgulayıcı, yaratıcı düşüncenin gelişmesine engeldir. Bu anlayışla ancak, devlete memur yetiştirilir. Üniversiteden mezun olanlar, olmaya çalışanlar, resmi ideolojinin bilgilerini öğrenir devlet bürokrasisinin şu veya bu kademesinde yer alır. Resmi ideolojinin gereklerini istenildiği şekilde yerine getirerek devlet bürokrasisinde yükselme olanaklarına kavuşur. Ama bu anlayış bilimin gelişmesi için elverişli bir zemin oluşturmaz.

Öte yandan, öğrencilere “Türk olmanın mutluluğu öğretilecektir” deniyor. Örneğin Kürdlere, Türk olmayanlara, Türk olmanın mutluluğu nasıl öğretilecektir. Vatan, millet ve dil sevgisinden de söz ediliyor. Kürdlerin de örneğin Kürdistan’ı, Kürd dilini… sevmeleri doğal değil mi? Bu nasıl engellenebilir? Bu engelleme gerginlik doğurmaz mı? Türk siyasal hayatında “terör” kavramı çok kullanılıyor. Aslında terörün temel nedeni bu inkardır. Bu devlet terörüne tepkinin gelişmesi doğaldır.

Üniversite deyince insanın aklına, her şeyden önce, gerçeği araştıran bir kurum gelir. Üniversite politik bir kurum değildir. Gerçeği araştıran, bulgularını kamuoyuna duyuran, öğrencilerini bu doğrultuda yetiştiren bir kurumdur. Ama Yükseköğretim Yasası’nın yukarıda belirtilen hükümlerine göre, devlet ve hükümet, Türkiye’de üniversiteyi politik bir kurum olarak algılamaktadır. Üniversitelerin, siyasal iktidarın yapıp ettiklerine meşruiyet veren bir kurum olması istenmektedir. Gerçeği araştıran değil, siyasal iktidar tarafından, devlet tarafından belirlenen doğruluğunun tescil edilmesi, “tek doğru, biricik doğru budur” denmesi…

Resmi ideolojinin egemen olduğu, düşün hayatını resmi ideolojinin belirlediği devletlerde, basının da böyle bir işlevi vardır. Basın, bu tür devletlerde, ülkede, toplumda, olup bitenler hakkında halka, bilgi veren bir kurum değildir. Bu tür devletlerde, basının temel işlevi, devletin görüşlerini, isteklerini halka iletmek olmaktadır. Bu tür devletlerde, basına, istihbarat teşkilatının bir bürosu olmak gibi bir görev verilmiştir. Kürd sorunu, Ermeni sorunu gibi konularda, üniversitenin ve basının temel işlevi bu olmaktadır.

Yükseköğretim Kanunu’nda Ana İlkeler başlığını taşıyan 5. maddesinde aynı hükümler yeniden tekrar edilir. Bu madde şöyledir:

Madde 5 : Yükseköğretim aşağıdaki “Ana İlkeler” doğrultusunda planlanır, programlanır ve düzenlenir:

a) Öğrencilere Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda, Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır.

b) Milli kültürümüz, örf ve adetlerimize bağlı, kendimize has şekil ve özellikleri ile evrensel kültür içinde korunarak geliştirilir ve öğrencilere, milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü kazandırılır.

…..

ı) Yükseköğretim kurumlarında, eğitim-öğretim süresince, Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi, Türk dili, yabancı dil zorunlu derslerdendir. Ayrıca beden eğitimi ve güzel sanat dallarından biri de zorunlu ders olarak programlanır ve icra edilir.

Devletde ve toplumda yaşanan siyasal krizler sürecinde, devletin hangi kurumlara önem verdiği, nelerin değişmesini, nelerin değişmemesini istediği açık bir şekilde ortaya çıkar. Sosyalbilimin siyasal çıkarlara manipüle edilmesi devletin her zaman üzerinde durduğu temel bir konudur. Bu konuda bir değişim olması istenmemektedir. 12 Eylül sürecinde, gerek anayasanın düzenlenmesi, gerek temel kanunların ele alınması bu çerçevede geliştirilmiştir.

27 Mayıs (1960) ve 12 mart (1971) dönemlerine de bu açıdan bakmakta yarar vardır. Siyasal ve toplumsal kriz dönemleri, devletin temel önceliklerini de ortaya koymaktadır. Siyasal çıkarlara manipüle edilen bilgini, devletin resmi görüşüne uygun bilgiler olduğu açıktır. Bu bilgiyi hiç sorgulamadan güvenilir bilgi, bilimsel bilgi kabul etmek yanlıştır.

Devletin Sosyal Bilimlere ve Sosyal Bilimcilere Karşı Tutumu

Devlet sosyal bilimlerden ve sosyal bilimcilerden her zaman kuşku duymuştur. Her zaman, sosyal bilimleri ve sosyal bilimciler denetim altında tutma çabası içinde olmuştur.

Kendi anlayışına, yani resmi ideolojiye uygun sosyal bilimler yaratmaya, resmi ideolojiye uygun sosyal bilimciler yaratmaya çalışmak da devlet için önemli bir çabadır. Devlet bu yolda, düşün özgürlüğünü kısıtlamak, özgür düşünceyi baskılamak için her türlü önemi düşünmekte ve bunları yaşama geçirmektedir. Bu konuda, üniversite resmi ideoloji kayıtsız şartsız savunan, gereklerini yerine getiren bir kurumdur. Bilimsel Bir Araştırma Karşısında Üniversite ve Polisin İşbirliği, yazısı dikkate değer. Bu yazı için bk. İsmail Beşikçi, Kürt Toplumu Üzerine, (1971’den önceki yazılar) Yurt-Kitap-Yayın, Nisan 1993, s. 63-73 Araştırmanın engellenmesi için üniversitenin gayreti, ihbarı dikkat çekmektedir.

Son 75 yılda, sosyal bilimciler, özellikle toplum bilimleri sosyologlar devletin çeşitli idari ve cezai yaptırımlarıyla karşılaşmışlardır. Bunların belli başlılarını şu şekilde vurgulamak mümkündür. “1940’larda, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde meydana gelen gelişmeleri değerlendirmek, önemli olmalıdır. Bu dönemde, Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif gibi toplum bilimcilerin üniversite ile ilişkisi kesilmiştir. 1960’ların sonlarında, 12 Mart rejimi sırasında, Oya Baydar ve arkadaşlarına yapılan baskılar sonunda bazı asistanların görevine son verilmiştir. Ben de bu asistanlardan biriyim. Yukarıda sözünü ettiğim örnek bu bakımdan çarpıcı bir örnektir. Üçüncü dalga ise, 1990’ların sonunda, 2000’lerde, Pınar Selek’e karşı geliştirilen baskılardır. (Bu konularla ilgili olarak bk. Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, Hazırlayan Ruşen Sezer, İletişim Yayınları, İstanbul, Mart 1997, Mete Çetik, Üniversitede Cadı Kazanı, Pertev N. Boratav’ın Müdafaası, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul 1998

27 Mayıs’dan (1960) sonra, genel olarak üniversiteye müdahale olmuştur. 147’ler olayı.. 147’ler, idari işlemin kaldırılmasından sonra, bir yasa ile kaldırılmasından sonra, 1962’de yani bir buçuk yıl kadar sonra  üniversiteye dönmüşlerdir.

12 Mart rejimi (1971) Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) Prof. Dr. Mübeccel Kıray başkanı olduğu Sosyoloji bölümünü de dağıtmıştır. Değişmenin ve Geçiş Toplununun Sosyoloğu Mübeccel Kıray, Yayına hazırlayan Sezgin Tüzün, Bağlam Yayınları, İstanbul 2012, Hayatımda Hiç Arkaya Bakmadım, Mübeccel Kıray İle Söyleşi, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2001

12 Eylül döneminde (1980) 1402’likler diye adlandırılan, üniversiteyi de içeren genel bir baskı daha vardır. 1402’likler de Danıştay kararları sonucu olarak üniversiteye veya memurluğa dönmüşlerdir.

Devlet-Üniversite İlişkilerinde Üniversitenin Dili

1933’de, Darülfunun ve ona bağlı olan kurumlar kapatılarak üniversite kurulmuştur. Bu tarihten sonra, 1943-1946 arasında, yöneticilerinin, örneğin rektörün, üniversite öğretim üyelerinin devletle, hükümetle ilişkilerinde çok yaranmacı bir dil kullanıldığı gözlenmektedir. Devlet ve hükümet yöneticilerine karşı çok yoğun övgüler söz konusudur. Talep eden değil yalvaran, yaranmak isteyen bir dil egemendir. 1946’da, üniversitenin 4936 sayılı yasa ile özerkleşmesiyle dilde bir değişiklik olup olmadığı kanımca, incelenmesi gereken bir sorundur.

27 Mayı’dan (1960) sonra, yani darbe döneminde, üniversite yöneticilerinin darbeci generallere, subaylara karşı nasıl bir dil kullandıkları, dilin değişip değişmediği yine incelenmesi gereken bir durumdur. Örneğin, Rektörler, herhangi bir sorunu devlet ve hükümet yöneticilerine, cuntaya, cunta üyelerin bildirirken, nasıl bir dil kullanıyorlar? Talep eden, haklarını dile getiren bir dil mi, yalvaran bir dil mi egemen?

12 Mart (1971) döneminde, 1973’de 1750 sayılı yeni bir üniversiteler yasası kabul edilmiştir. 12 Eylül (1980) rejimindeyse, 1981’de, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu (YÖK) kabul edilmiştir. Bütün bu dönemlerde, üniversite yöneticilerini devlet ve hükümetle olan ilişkilerinde kullandıkları dilin irdelenmesi önemli bir konu olmalıdır.

Resmi İdeoloji ile Mücadele Duruş Gerektiren bir Mücadeledir.

Resmi ideoloji bilim yöntemiyle eleştirilmelidir. Resmi ideolojiye mücadele etmenini en etkin yolu budur. Bu mücadele bilgi kadar, hatta bilgiden çok duruş gerektiren bir mücadeledir. Devlet, bazı somut toplumsal gerçekleri inkar ediyor, yok sayıyor, somut olgunun, bütün öteki olguları etkilediği, onlardan etkilendiği de açık. Devlet, bunlarla ilgilenmenin, bu konularla ilgili olarak yazmanın, konuşmanın idari ve cezai yaptırımlara bağlandığını vurguluyor. Bu baskısını kararlı ve sistematik bir şekilde uyguluyor, yaşama geçiriyor… Bu koşullarda bir araştırmacının nasıl bir tutum sergilemesi gerekir? Temel sorun budur?

____________

*SOMDER (Sosyoloji Mezunları Derneği) tarafından 2 Haziran 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlenen Araştırma/Araştırmacı Özgürlüğü Paneli’nde yapılan konuşma. Panelin öbür konuşmacıları Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Prof. Dr. Zeynep Gambetti, Kiraz Özdoğan… Paneli Mustafa Eren yönetmiştir.               

No nuşte 3132 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.