Dersim 1937-1938’e gelmeden önce tarihsel geçmişe kısaca bakmak gerekir. İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur.
Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk imparatorluğu. Ama bu imparatorluk içinde Türk’ten başka bir etni olmayacak. Tamamen Türklerden oluşacak bir imparatorluk.
Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… bu anlayış karşısında önemli pürüzler olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir.
Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır.
Türk ya da Kürd olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da çok önemli bir sorundur.
İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek istediği ikinci bir durum daha vardı. İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye birikimine, ekonomik kaynaklara el koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
İttihat ve Terakki bu düşüncelerini yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin ve eylemin Osmanlıyı, kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı.
Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek.
Tehcir edilen Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek…
İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Ege’deki Rumlar, Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün edilmeye başlandılar.
1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran aylarında, 3-4 ay içinde, bir-birbuçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü kendilerince çözmüş oldular. Bu arada, Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular.
İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı 1915-1916 Alman Belgeleri, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri bu konuda önemli bir kaynaktır. (Çev. Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge Yayınları, Ocak 2012)
Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım, Rumlara-Pontuslara sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır. Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki 1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da, 1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin Osmanlı tarafında kanlı bir şekilde ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda İttihatçılara cesaret vermiştir.
Asimilasyon Politikaları ve Uygulamaları
Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular.
Devlet, Kürdlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirmek için çok yoğun önlemler alıyor. Kürdlerin inkârı, Kürdçe’nin inkarı gündeme geliyor. Kürd, Kürdçe, Kürdistan gibi sözcükleri kullanma, Kürdçe konuşma yasaklanıyor. Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu vurgulanıyor. Kürdlerin, Türklerin bir boyu olduğu dile getiriliyor. Kürdlere, Oğuzlarla birlikte gelen Türkler, Kürd boyu deniyor. Kart-kurt hikâyeleri anlatılıyor. Kürdçe diye bir dil olmadığı söyleniyor. Kürdçeye, Türkçenin ilkel bir ağzıdır, deniyor.
Kürdçe yasakları yoğun bir şekilde yaşama geçiriliyor. Kürdlerin, Kürdçenin inkarıyla ilgili resmi ideoloji oluşturuluyor.
Asimilasyon, yasaklar, nasıl uygulanıyor? Önce yasalar var. Örneğin eğitim Türk diliyle yapılacaktır, deniyor. Bu, Kürd adı geçmeden, Kürdlerden hiç söz etmeden Kürdleri, Kürdçeyi, Kürd varlığı ile ilgili açıklamaları yasaklamak anlamına geliyor. Medya resmi ideolojinin en önemli kurumu… Resmi ideolojiyi uygulayan, kökleştiren, yaygınlaştıran önemli bir kurum.
Okullar şüphesiz önemli. Okullar, asimilasyonu yaşama geçirmede, yasakları yaygınlaştırmada, yaşama geçirmede temel bir kurum.. Okul aslında yeni nesillere toplumsal bilgiyi aktaran bir kurum. Ama okul cumhuriyette Kürd bölgelerinde, Kürdistan’da dil kırımını gerçekleştiren bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. İşte Kürdçe yasak, Kürd diliyle konuşmak, yazmak yasak… Okullarda Kürdçenin unutturulması ve Türkçenin yaygınlaştırılması konusunda çok yoğun bir çaba var.
Bunun yanında arkadaşlar, işte asker ocağı. Kürdçenin unutturulması, Türkçenin yaygınlaştırılmasında asker ocağının önemli bir işlevi var. Dinsel kurumlar aynı şekilde bu doğrultuda çalıştırılıyor. Ve bunlardan daha önemli olan toponin ve antroponin dediğimiz süreç. Yani isimlerin yasaklanması, Kürdçe isimlerin yasaklanması, Kürdçe yer isimlerinin yasaklanması. Bunlar yoğun bir şekilde, sistematik bir şekilde sürdürülüyor. Dersim’de de bu böyle. 1920’lerde Koçgiri, daha sonra Şeyh Sait direnişi, daha sonra Ağrı. Tüm o süreçte resmi ideoloji, Kürdçenin yasaklanması sistematik bir şekilde yoğun bir şekilde sürdürülüyor. Arada işte Dersim kalıyor. Dersim için özel bir yasa çıkarılıyor. 1937-38’de yoğun bir askeri harekât var Dersimde.
Tek Parti döneminde Kürdistan genel müfettişliklerle yönetiliyor. Birinci Genel Müfettişlik Kasım 1927’de, Bakanlar Kurulu kararıyla kuruluyor ve Diyarbakır, Urfa, Mardin, Siirt, Ağrı, Bitlis, Muş, Elazığ, Van, Hakkâri illerini kapsıyor.
İkinci Genel Müfettişlik, Şubat 1934’de kuruluyor ve Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli illerini kapsıyor. İkinci Genel Müfettişlik, Kürd bölgelerinden, bu illere sürgün edilen Küdlerin yeni yerlerine uyum sağlamalarıyla ilgileniyor.
Üçüncü Genel Müfettişlik, Eylül 1935’de kuruluyor ve Erzincan, Erzurum, Kars, Gümüşhane, Çoruh, Trabzon ve Rize illerini kapsıyor. Ağrı’da, Birinci Genel Müfettişlikten alınarak Üçüncü Genel Müfettişlik bünyesine dâhil ediliyor.
Dördüncü Genel Müfettişlik, Ocak 1936’da, yani Tunceli Kanunu’nun kabulünden bir hafta kadar sonra kuruluyor. Tunceli, Elazığ, Erzincan, Bingöl illerini kapsıyor. Elazığ Birinci Genel Müfettişlikten alınarak Dördüncü Genel Müfettişlik bünyesine alınıyor.
Tunceli Kanunu 1935 ve Dersim’de Soykırım
1935 yılı sonlarında kabul edilen Tunceli Kanunu, Dersim’de gerçekleştirilecek soykırım için önemli zemin oluşturuyor. Dördüncü Genel Müfettiş olarak atanan General Abdullah Alpdoğan, bölgedeki en yüksek rütbeli komutandır. Sanıklara iddianame verilmemektedir. Sanıklar avukat tutamamaktadır. Tercüman yoktur. Karar kesindir. Karar temyiz edilemez. Dördüncü Genel Müfettiş, savcıdır, aynı zamanda yargıçtır. Dördüncü Genel Müfettiş, TBMM’nin yetkilerine sahiptir. İdam hükümlerini infaza yetkilidir. İnsanları, aileleri yerlerinden yurtlarından koparıp sürgün edebilir. Dördüncü müfettişlik bölgesinde, illerin, ilçelerin, köylerin sınırlarını değiştirebilir.
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması ile İlgili Birleşmiş Milletler Sözleşmesi var ya... Bu sözleşmede dile getirilen unsurlar Dersim’de tam anlamıyla yaşanıyor. Herhangi bir etnik grubu, ırksal grubu, dinsel grubu tümüyle veya belirli bir bölümünü yok etmek kastıyla yapılan eylemler. Örneğin grup içinde çok yoğun öldürmeler söz konusu ise. Veya grubun zihinsel ve bedensel yıkımını sağlamak amacıyla, gruba zihinsel, bedensel zararlar verilmesi. Veya yine grubun, bir kesimini yok etmek kastıyla toplumsal bakımdan yıkıma uğratmak kastıyla ona bazı yaşam koşullarını dayatmak. Örneğin, sürgün ediyorsunuz. İşte tehcir dediğimiz sürgün… Sürgünlerin soykırımın bir parçası olduğu vurgulanıyor. Bunun yanında grupta doğumların önlenmesi gene soykırımın gerçekleştiğini ortaya koyan bir olgu oluyor. Bunun yanında çocukların başka bir gruba nakledilmesi. Bütün bunlar Dersim’de 1937’de, 38’de yoğun bir şekilde yaşanıyor. Bu bakımdan Dersim elbette bir soykırımdır. Dersimde yapılanlar bir soykırımdır.
Soykırımla ilgili bir açıklama yapmak istiyorum. Kadınlar, çocuklar, işte askeri operasyonlar karşısında Dersim’de dağlara sığınıyorlar, mağaralara sığınıyorlar ve bu mağaralara zehirli gaz sıkılıyor. Tabi soykırımın önemli bir göstergesi bu... Bunu 1986’da İhsan Sabri Çağlayangil 1938’de Emniyet görevlisi İhsan Sabri Çağlayangil Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na anlatıyor. İşte mağaralara sığındılar, kadınlar çocuklar, yaşlılar mağaralara sığındılar. Mağaralara sığınan bu gruplara karşı zehirli gazlar kullanıldı. Onları fareler gibi zehirledik. Böyle şeyler anlatıyor.
2011 yılının sonlarında Geliyê Tîyarî’de, devlet Kürd gerillalara karşı yine zehirli gazlar kullandı. Bunun da önemli bir politika olduğunu düşünüyorum. Yani devletin sistematik bir politikası… Bu olayları, arkadaşlar, Toplumsal Tarih Vakfı tarafından yayımlanan Necmettin Sahir Sılan arşivi de açıklıyor. Bu arşivde Kürdlere Dersimde, Alevi Kürdlere Dersimde zehirli gazlar kullanıldığını, bu Necmettin Sahir Sılan arşivinde de görmek mümkün. Örneğin Necmettin Sahir Sılan Arşivi 3, Kürd Sorunu ve Devlet, Tedip ve Tenkil Politikaları (1925-1947) Derleyen Tuğba Yıldırım, Mayıs 2011, kitabında bu süreci izlemek mümkündür.
Necmettin Sahir Sılan Arşivi’nin 4. kitabında da bu süreci izlemek mümkündür. Dördüncü cildin adı, “Dersim Harekatı ve Cumhuriyet Bürokratları (1936-1950) adını taşımaktadır. (Derleyenler, Tuba Akekmekçi-Muazzez Pervan, Ekim 2011)
Necmettin Sahir Sılan arşivinde şöyle bir belirleme de var arkadaşlar. Yöneticiler, örneğin, Genelkurmay Başkanı, örneğin Başbakan, örneğin Cumhurbaşkanı şöyle söylüyor: Bunlara yani Dersimlilere müstemleke muamelesi yapmalıyız. Böyle şeyler söylüyorlar. Arkadaşlar bu konuda da küçük bir şey söylemek istiyorum. Müstemleke. Hiçbir sömürgeci güç arkadaşlar kendi sömürgesinde insanlara zehirli gaz kullanmamıştır. Ne Hindistan’da, ne de Tanzanya, Uganda, Kenya gibi sömürgelerinde vs. Büyük Britanya, zehirli gaz kullanmıştır… Fransa Gana’da, Senegal’de, Cezayir’de vs. zehirli gaz kullanma yoluna başvurmamıştır. Veya Portekiz, Angola’da, Mozambik’te, Gine Bissau’da böyle şeyler yapmamıştır. Zehirli gaz örneğin Türkiye işte çok yakın bir şekilde görüyoruz, Kürdlere karşı bunu hem 1938’de yaptı hem de 1911’de veya daha öncesinde yaptı. Buradan Güney Kürdistan’a gelmek istiyorum. Örneğin Saddam Hüseyin 1988’de Kürdlere karşı çok yoğun zehirli gaz kullandı. Yani İngiltere, Fransa, Portekiz bunları yapamıyor. Niyeti olduğu halde yapamıyor, çünkü uluslararası baskılardan çekiniyor. Ama işte Türkiye veya Irak veya İran diyelim Kürdlere karşı bunu gayet kolay bir şekilde yapıyor. Çünkü Kürdler söz konusu olduğu zaman, uluslararası baskılar gündeme gelmiyor. Bu da Kürdleri müştereken baskı altında tutan devletlere cesaret veriyor.
16 Mart 1988’de Kürdlere zehirli gaz kullanıldığında, soykırım yapıldığında, İslam Konferansı, Kuveyt’te toplantı halindeydi. Ama İslam Konferansı sonuç bildirisinde bu olaya hiç değinmedi. Bu bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelen bir tavırdı. Bu toplantıda Türkiye’yi, Cumhurbaşkanı Kenan Evren temsil ediyordu. Sonuç bildirisinde, örneğin, Bulgaristan’da, Türklere Bulgar isimleri verilmesi operasyonlarından dolayı Bulgaristan Devleti ve hükümeti eleştiriliyordu. Ama Kürd soykırımına karşı böyle bir duyarsızlık vardı. Bu duyarsızlık, elbette dünya için de söz konusu. Bu duyarsızlık, Kürdistan’ı müşterek bir şekilde sömürge altında tutan devletlere büyük bir cesaret veriyor.
Dersim toplantılarının, bu konu üzerinde yapılan tartışmaların çok önemli faydaları var. Şöyle bir faydası daha var arkadaşlar… Kürdler bu kadar büyük bir zulüm altındayken, bu kadar büyük zulüm görüyorken ve bu kadar mazlumken dünya neden Kürdlerin bu mazlumiyetini görmüyor. Neden görmüyor? Veya Kürdler neden bu kadar mazlum oldukları halde, bu kadar baskı yaşadıkları halde bir destek, uluslararası bir destek bulamıyorlar. Bu da tabi yeni bir konudur. Uluslararası ilişkiler bakımından Kürd sorunu nerede duruyor. Kürdler nerede duruyor yeni bir konudur. Bunun da ayrıca konuşulması, tartışılması gerekiyor.
Bu süreçte tarihsel geçmişe bir kere daha kısaca bakmakta yarar var. Dersim 1937- 38, bir bakıma, 1915’teki Ermeni soykırımının bir devamı. 1915’de, Ermenilere, Süryanilere, Rumlara, Pontuslara karşı yapılmış. 1937’de, 38’de Kürdlere yapılıyor. Hatta Hitler’in bir sözü var. Hepimiz biliyoruz onu. Hitler 1940’larda, Yahudilere karşı soykırım düzenlerken, böyle operasyon gündeme gelince bazı Almanlar, Naziler, Hitler’e diyor ki böyle yaparsak dünya bize karşı olur. Dünya bizi eleştirir. Dış dünyanın karşısında suçlu oluruz. Böyle şeyler söylemeye çalışıyorlar Hitler’e. Hitler şunu söylüyor. 1915’te Ermenilere bu kadar baskı zulüm, soykırım oldu da kim buna bir şey söyledi. Hiç kimse bir şey söylemedi. Burada da kimse bir şey söylemez. Bu da çok önemli bir ayrıntı...
Bu, elbette soykırım arkadaşlar. Günümüzde,1937-38’de yaşananlar hakkında, epey tartışmalar oluyor soykırım konusunda. Dersim’de uygulanan soykırım konusunda tartışmalar oluyor. Soykırım neden yapıldı? Bazı Dersimli aydınlar, arkadaşlarımız şöyle söylüyorlar. Bu bizim inancımıza yapıldı. Yani Kürdlere değil, Kürdlere, Kürd sorununa karşı bir soykırım değil bu. Bu bizim inancımıza karşı yapıldı… Benim kanımca bu doğru değil. Şu bakımdan doğru değil. Dersim’de bu soykırımdan sonra kalanların yaşayanların sürgünü söz konusu. Sürgün nereye yapılıyor? Örneğin Çorum’a yapılıyor, Maraş’a yapılıyor, Balıkesir’e yapılıyor, Tokat’a yapılıyor, değil mi? Buralarda da Aleviler var. Buralarda da Kızılbaşlar var. Ve 1937-38 sadece Dersim’de görülüyor. Dersim Alevilerine, Kürd Alevilere yapılan bir operasyon. Bununu yanında Çorum’daki Alevilere veya Tokat’taki Alevilere Maraş’taki Balıkesir’deki, Denizli’deki Alevilere karşı herhangi bir sorun söz konusu değil. Bu elbette Kürdlere karşı yapılan bir operasyondur. Kürdlerin asimilasyonu doğrultusunda yapılan bir operasyondur. Asimile olmak istemeyenlerin imhası da bu anlayışın önemli bir sonucudur.
Burada bir de şu söyleniyor. İlk tartışmalar sırasında gördük bunu. Cumhuriyet Halk Partisi çevresi söylüyor. Ya diyorlar, işte kalanlar şu veya bu şekilde, hani çocukların başka bir gruba nakledilmesinden söz ettik ya, işte asker aileleri o çocukları aldılar, onları terbiye ettiler. İşte medenileştirdiler. Bu, tam anlamıyla sömürgeci bir anlayış arkadaşlar. Tam anlamıyla sömürgeci bir süreç… Batı, diyelim Büyük Britanya, diyelim Hindistan’da veya Fransa Cezayir’de veya Portekiz işte Angola’da Mozambik’te hep bu halkları medenileştirdiklerinden söz ederler. O halklara medeniyet götürdüklerinden söz ederler. Burada da böyle bir inanç var. Dersimliler de çocuklar, işte anaları babaları öldürülmüş. Belki çocukların gözleri önünde öldürülmüş, yok edilmiş. Sonra o çocuklar asker ailelerine dağıtılmış. İşte bunlara nasıl hizmetçilik yapacakları öğretiliyor. Yani Türklere hizmetçilik yapacaksınız. Nasıl yapacaksınız, bunu öğretiyorlar. Buna medeniyet diyorlar.
Öyle değil tabi. Burada, arkadaşlar, bir sorun daha var. Önemli bir sorun. İnançla ilgili, Alevi inancıyla ilgili... Arkadaşlar, Kerbela’da, 680 senesinde, Kerbela’da 72 kişi öldürüldü. Dersim’de on binlerce ölüm var. Belki elli bin, belki altmış bin, belki daha da fazla. On binlerce ölüm. Ben burada şunu ifade etmeye çalışıyorum. Dersimliler bunu unutmuş. 72 kişinin öldürülmesini Dersimliler hiç unutmuyor. Durmadan onu, Hüseyin’i anıyorlar. Hâlbuki Kerbela Kürd tarihiyle ilgili bir olay değildir. Bu, İslam içerisindeki bir iktidar kavgasıdır. Dersimlilerle hiçbir ilgisi yoktur. Şu bakımdan ilgisi olabilir. Peygamberin torunları zulme uğramaktadır. Hani Aleviliğin, Alevi inancının temelinde insan var ya, insaniyet var ya. Bu insaniyet duygusundan dolayı, bu insan anlayışından dolayı zulme uğrayanlara karşı bir muhabbet göstermek, onları desteklemeye çalışmak. Onların acılarını hissetmek… Böyle bir ilişki olabilir ama Alevilik elbette çok farklı, yani İslam inancı değildir. O bakımdan diyoruz, Müslümanlaştırma söz konusu. Alevilerin, Kızılbaşların Müslümanlaştırılması söz konusu… Benim kanımca Sünnileştirilme kavramı doğru değil. Müslümanlaştırılma kavramını kullanmak lazım. Bu bir eleştiridir arkadaşlar. Dersimlilere bir eleştiridir.
Aslında şöyle söylemek daha doğru olur. Kürdleri Türklüğe asimile etmek, Alevileri Müslümanlığa asimile etmek… Devlet Dersim operasyonlarıyla her ikisini de birlikte gerçekleştirmeye çalışıyor.
Başbakan’ın Özrü ve Yakındoğu
Şimdi, arkadaşlar, hakikat ile yüzleşmeden söz ediyoruz. Biliyorsunuz başbakanın bir özür dilemesi söz konusu oldu Dersimlilerden... Benim kanımca bu özür dileme çok yanlış bir özür dilemeydi. Şöyle yanlış. Özür dileme, geçmişte kötü şeyler oldu, bundan sonra böyle şeyler olmayacaktır, anlamına geliyor. Hâlbuki başbakanın özür dilediği günlerde, işte Kürdistan dağlarında yine bombalamalar vardı, gerillalara karşı yine operasyonlar vardı. Örneğin Geliyê Tîyarî’de değil mi? 500 kiloluk, 1 tonluk bombalar kullanılıyordu aynı günlerde. O bakımdan sağlıklı bir özür dileme değil. Bunun yanında Cumhuriyet Halk Partisi başkanı şöyle söylemişti başbakana: Sen bu gidişle Ermenileri de tanırsın. Başbakan, Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı’na karşı şöyle söyledi: Türkiye Cumhuriyeti’nde hiç kimse böyle bir şerefsizlik yapmaz. Dolayısıyla Kürdlerden özür diliyorsun ama Ermeniler konusunda yine çok büyük bir yanlış yapıyorsun. O bakımdan hakikat ve yüzleşme söz konusu olduğu zaman Anadolu’da kimler yaşıyorsa hepsinin birlikte göz önüne alınması gerekiyor. Bu konuda, ben bir şey söylemek istiyorum arkadaşlar. Yani bütün halklarla birlikte, onlar dikkate alınarak bir özür, yüzleşme.
Arkadaşlar, Bizans İmparatorluğu, Bizansı, İstanbul’u, dünyanın merkezi, yani kendini dünyanın merkezi sayıyordu. Ve dünyanın merkezinden doğuya doğru coğrafyayı şöyle kategorileştirmişler: Yakın Doğu, Orta Doğu, Uzak Doğu. Yakın Doğu Anatolia... Ama bu Anatolia Kızılırmak’ın batısı. Kızılırmak’ın batısına Anatolia diyorlar. Orta Karadeniz Pontus… Doğu Karadeniz Lazistan. Bugün Çukurova dediğimiz yerler Kilikya. İşte Pontus’un Lazistan’ın güneyi Ermenistan. Van Gölü’nün kuzeyi Ermenistan, güneyi Kürdistan… Mezopotamya, örneğin, Turabdin… Bunlar Bizans döneminde Yakın Doğu denen coğrafyadaki ülkeler, ülke adları. Bunlar kullanılıyor. Benim kanımca Osmanlılarda da böyle bir kategorileştirme var. Avrupalılar da bu coğrafi kavramları kullanıyorlar. Orta Doğu denildiği zaman arkadaşlar, Mısır’dan Hindistan’a kadar, Kuzey Rusya’dan Umman denizine kadar coğrafya. İran bu ikisi arasında kalıyor. İran, Yakın Doğu ve Orta Doğu arasında kalıyor. Uzak Doğu da işte Altay Dağlarının doğusu, Çin, Mançurya, Vietnam, Kamboçya, buralar Uzak Doğu... Şimdi bizim konuşma alanımız daha çok bu Yakın Doğu ile ilgili.
Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında (www.kurdistan-post.eu, 15 Ocak 2012) bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ İsimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa Edildi” şeklindedir.
Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma” (Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da bu konuda dikkate değer özellikler taşımaktadır.
Konuşmanın başında İttihat Terakki’nin devlet projesinden, toplum projesinden söz etmiştik. Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek… Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde destekleniyor. İttihat Terakki’nin en yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya İçlerine, Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan, İngiliz sömürgesi Hindistan tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir.
Bu proje, bir anlamda da Yakın Doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten başka halklar varsa onları şu veya bu şekilde imha edeceksiniz. Almanya bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası Alman görüşü.
Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma. Kürdistan coğrafyası için de Sykes Picot’ta bir paylaşma söz konusu... Sykes Picot’ta da Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak. Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve İngiltere ve Fransa Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bugünkü Anadolu dediğimiz yerde yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor.
Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay Şek hareketi… Bolşevik devriminin Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor.
Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası. Bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik olarak devamı olduğu ise çok açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması, bugün örneğin Kilikya diye bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus diye bir sorun yok. Turabdin diye bir sorun yok... Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler söz konusu... Ezidiler söz konusu. Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha edildi. Yakın Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton halklar. Kimdir bunlar. İşte Süryaniler, Kürdler, Pontuslar, Rumlar, Ermeniler Yakın Doğu’nun otokton halkları. Bu Yakın Doğu’nun otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme, hakikat dediğimiz zaman soruna bir bütünlük içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürdler hepsi birden ele alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz zaman bu çerçevede bakmak gerekir. Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için…
_____________
*Dersim 38 Paneli’nde yapılan konuşmanın gözden geçirilmiş şekli. Dersim 38 Paneli, 8 Nisan 2012 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Paneli, Tunceli Kaymaztepe ve Çevre Köyleri Derneği düzenlemiştir. Öbür panelistler, Cafer Demir, Kazım Gündoğan ve Gülay Kayacan’dır. Paneli Av. Miyase İlnur yönetmiştir.