zazaki.net
03 Kanûne 2024 Sêşeme

Munzur Çem / Nuştox

Gezi İzlenimleri-III

12 Êlule 2013 Panşeme 08:31

DERSİM’İN KUTSAL YERLERİ ARASINDA BİR GEZİNTİ

Sey Qazî`ye Konukuz

Çuxure’yi, ardından Vankuf ve Qil köylerini geride bırakarak Duzgın Bava dağının batı yamacını dolanıp sırtı aşar aşmaz, Kızılkilise (Nazımiye) bir aynada gibi karşımıza çıkıyor. Ancak onu da aynı hızla geçerek bizi Deruye üzerinden Gemike’ye ulaştıracak yola giriyoruz. Nazımiye’den yaklaşık bir buçuk-iki kilometre sonra Vilê Kewlî adıyla bilinen geçide yaklaştığımızda, yolun sağ tarafındaki meşeliği işaret ediyor ve 1938’de burada meydana gelen bir kaç olaydan bahsediyorum. Civraklı (Türkçe alfabe ile Cıvrak) Bertal Efendi burada kurşuna dizilmiş. Ailemizle aralarında pirlik-taliplik ilişkisi bulunan (Onlar pir, bizimkiler talip) Xaltan köyü halkından Hemed, Ali ve Hasan kardeşler de yine burada katledilmişler. Az ilerideki geçit noktasına vardığımızda konumuz yine aynı kalıyor. 1938 fırtınası sırasında bu noktada da çok kişi katledilmiş. Hayat hikayesini kitaplaştırdığım Usivo Qurzkız, görgü tanığı olarak bütün bunlardan detaylı şekilde bahsediyor.

Çok geçmeden bu kez de önce Deruye’yi, arkasından da sağ yamaca kurulmuş Kimsor’u (Türkçe Alafebe ile Kımsor) da geride bırakıyoruz ama Civrak’a varmadan sola sapıyor, çıplak ve engebeli arazide, arkamızda kalın bir toz bulutu bırakarak ilerliyoruz. Sağ önümüzde Bedro dağı, kocaman bir yumurta gibi gökyüzüne doğru yükseliyor. Onun hemen doğusunda bölgenin en yüksek dağı Sulvis; bazen kendisini gösteriyor, bazen kayboluyor.

Derken Sey Qazî için bir tümseğe yapılmış mezar uzaktan gözüküyor. Üzerindeki küçücük kubbe hariç, bu anıt mezar bana klasik Yunan mimarisini hatırlatıyor. Mezarın hemen yanında mutfak, daha aşağıda ise güzel ve temiz bir tuvalet göze çarpıyor. Etrafında her yaştan insanların kaynaştığı küçümsenemeyecek bir kalabalık var.

Beklemeden aralarına karışıyoruz. Dakikalar ilerledikçe karşılaştığımız tanıdık yüzlerin sayısı durmadan artıyor. Kimileri de var ki aslında tanışıyoruz ama aradan geçen uzun yılar çehrelerimizi birbirimize unutturmuş. Onlarla tanışıklığımız bir başkasının vasıtası ile tazeleniyor. Özellikle son 30 yıl, Kürtler için tarihin en acı dönemlerinden biri olarak geçti. Bunu gerçek anlamda toplumsal bir felaket olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Üstelik bu felaket halen de geçmiş değil. Ufak-tefek kimi değişiklikler olsa bile özü itibariyle aynen devam ediyor. Bunun sonucunda da toplumsal yaşamımız alt-üst oldu, denilebilir ki geriye bir enkaz kaldı. İşte bu ortamda karşı karşıya gelen akrabalar, komşular, dostlar bir an için ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini kestiremiyorlar. Yüzlerinde sevinç ile acı iç içe geçiyor; kimileri gülüyor, kimilerinin gözleri doluyor, kimileri ise hüngür-hüngür ağlıyor. Ellisini, altmışını geçmiş, saçlarına ak düşmüş insanların bir çocuk gibi gözyaşı dökmesi ne demek! Bu, gerçek bir trajedi değil mi?

Ama yine de her şeye rağmen konuşuyor insanlar. Önce hal hatır sorma, arkasından yaşanmış acılardan özetler aktarma ve hemen arkasından da geleceği konuşmaya, enkazın etkilerini tümüyle bertaraf etmenin çarelerini tartışmaya geliyor sıra. Sey Qazî, bir mum olmuş karanlığı yarıyor, umutları yeşertiyor yeniden. Ona yakışan da bu değil mi zaten?

Anıt Mezar ve Düşündürdükleri

Her şeyden Sey Qazî için bir anıt mezar yapılması düşüncesini ve varılan sonucu çok önemsediğimi belirtmek isterim. Emeği geçen her kesin eline sağlık. Aslında biz toplum olarak bu gibi konularda geriyiz, bunu kabul etmemiz gerekir. Halka hizmet etmiş dini ve politik liderlere, özgürlük mücadelesinde yer almış kimselere sahip çıkma bakımından, karnemiz oldukça zayıf. Bu adım bir yönü ile bir ilki oluşturuyor.

Bir anıt mezar ile anılan kişinin Sey Qazî olması, günün anlamını zenginleştiriyor elbet. Onunla buluştuğumuz için şanslıyız. Şanslıyız, çünkü Sey Safi Ya da Sey Sabun olarak bilinen Ocağa mensup olan Sey Qazî, halkın büyük saygı ve sevgi gösterdiği, mürşid mertebesinde bir din adamı, bir inanç önderiydi. Aynı zamanda bir ozan, bir halk sanatçısı olan Sey Qazî, gözleri görmemesine rağmen, sürekli gezen, sazıyla, sözüyle insanlara seslenen biriydi. Büyük bir enerji ile kötülüğe, haksızlığa karşı sesini yükseltmesi, ayrıcalık tanımaksızın, gerektiğinde bu yola başvuran herkesi eleştirebilmesi, diğer bir deyişle açık sözlülüğü, onun sevilip sayılmasına neden olan özelliklerinin başında gelir.

Atılan adımın öneminin yanı sıra bana yanlış gelen, ya da daha değişik olmasını istediğim bazı noktalar var ki okuyucu ile bunları da paylaşmak istiyorum:

Her şeyden önce anıt mezarın üstündeki kubbe, gereği olmayan bir ekleme olduğunu belirtmek isterim. Çünkü Dersim’de kubbeli mezar (kümbet) geleneği yok. Bu tür eserler, mümkün olduğunca kendi kültürümüzü yansıtmalı, gereksiz özentilerden uzak durmalıyız.

Anıt mezardan bir görüntü.

Bu duygular içerisinde, içeriye girip mezara daha yakından bakabilmek için kuyruğa girerken, küçüklüğümden beri büyük ozanla ilgili duyduklarımı, bildiklerimi hatırlamaya çalışıyorum. Hiciv ustasının serzeniş ve taşlamalarından bölümler geliyor aklıma:

Ez şîyûne ondêrê Mazgêrdî,

Baxçê tuyan o,

Şîyûne hepisxano vêsaye,

Pirrê kekan o

Sey Qazîyo kokimo sefîlo

Kes raya Heqî de koçikê do ci rê nêano.

Kafam bu işle meşgul iken de kuyruk habire kısalıyor ve nihayet mezara giriş sırası bize geliyor. Hasan Kılavuz en önde, eşi Aysel ile Gulistan onun arkasındalar. Ben ise onları izliyorum. Rıza Katurman ile İbrahim, o an bizden ayrı düşmüşler. Süleyman Ateş ve Kameracı Hesen ise zaten televizyon için çekim derdine düşmüşler, bizi akıllarına bile getirecek halleri yok.

İtici sözler ve Zülfükar

Ancak, kapıdan içeriye adım atarken, o günkü en büyük şoku, önüme çıkan mermer levhaya bakarak yaşıyorum. Fotoğrafta da görüldüğü gibi bu levhada ucu çatallı kocaman bir kılıç, yani Hz. Ali’nin Zülfükar’ı var. Ayrıca, biri Zülfükar’ın üzerinde biri de altında olmak üzere, iki cümlelik bir slogan yer alıyor:

“Yezid Aslı Talip Gelmez Bu Yola / Can Verip İkrarda Duranlar Gelsin.”

Ona baktıkça da “İşte Sey Qazî’nin esas ölümü budur,” diye geçiriyorum içimden ki bu gün halen de aynı görüşteyim. Çünkü kapıdan girişte, kapımıza ilk çıkan bu levha, çeşitli noktalarda Sey Qazî’ye yabancı, onun savunduğu değerlere ters şeyler ihtiva ediyor.

Diyelim ki Sey Qazî, Kurmancca konuşan bir aileden geliyor ama Kırmancca konuşulan bir köyde doğup büyüdüğü için, bu lehçeyi konuşmuş, türkü ve beyitlerini onunla söylemiş. Oysa karşımızdaki slogan, ona ait olmayan yabancı bir dilde, yani Türkçe olarak yazılmış. Peki bunu, Sey Qazî’nin adeta bayraklaştırdığı “Her was koka xo ser o royeno / Her teyr eve zonê xo waneno,” (Her ot kendi kökü üzerinde yükselir / Her kuş kendi dili ile öter) atasözü ile nasıl bağdaştıracağız?

İkincisi, bu sözler Sey Qazî`ye ait değiller. Oysa kural olarak bu tür levhalar için, ya doğrudan doğruya anısına anıt yapılan kişiye ait sözler ya da başkaları tarafından onun hakkında söyledikleri seçilir. Sey Qazî ile her hangi bir ilgisi olmayan cümleler, onun mezar taşında ne arıyor, anlamakta zorlanıyor insan.

Üçüncüsü bu sloganda rencide edici, itici bir yan var ki bunu da hoşgörü sahibi, kucaklayıcı Sey Qazî’nin anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değil. Bu tür keskin sloganlar, genellikle sıcak mücadele dönemlerine ya da acılı günlere ait ruh halini yansıtırlar ama uzun vadede, yapıcı, yol gösterici nitelikleri olmadığı için kitleye açık bu tür kalıcı eserlerde yer almaz, arşiv bilgileri olarak muhafaza edilirler.

Dördüncü itiraz noktam, mermer levhaya kazılmış olan Zülfükar’dır. Zülfükar, baştan sona kadar şeriat uğruna sallanmış bir savaş aracıdır. Hatırlattığı şey en başta şiddet ve ölümdür. Sey Qazi’nin mezarını ziyaret edecek bir çocuk kapıdan içeriye adım atar atmaz, karşılaştığı bu manzara karşısında ne düşünür acaba?

Eminim ki Sey Qazi’nin, her zaman silaha ve şiddete karşı çıktığını onun hakkında biraz bilgi sahibi olan hiç kimse inkar edemez. Bu bakımdan büyük ozanın yaşamına yön veren anlayış, ne o mermer levhaya yazılmış itici sözlerle uyuşuyor, ne de Zülfükar’ın hatırlattıklarıyla...

Hatta dikkat edilirse Sey Qazî, bizzat kendisine yönelik haksızlıkları dile getirdiği zaman dahi beddua etme yoluna başvurmaz. Haksız gördüğü taraf hakkında serzenişte bulunur ama dili yaralayıcı değil, istediği şey, haksızlığın giderilmesi, adaletin gerçekleşmesidir. Onda kin yok, karşı tarafın mahfını dilemez.

Burada Hz. Ali ve onun kılıcı olan Zülfükar’ın Alevi inancındaki yerleri öne çıkartılarak, bu görüşe itiraz edenler olabilir. Zülfükar’ın Aleviler arasında önemsendiği doğrudur. Ama Sey Qazi’ye ait olduklarından emin olduğum türkü ve beyitlerin hiç birisinde İslami tema öne çıkmaz. Sey Qazi’nin eserlerinde, kutsal varlıklar, Tanrı, Xizir (Hızır) ve güneşin yanı sıra, Dersim evliyalarıdır. Büyük ozan ve din adamı, “Welat Welat” eserinde ya da yakınmasında, Dersim’ın kutsal çatısını, yörenin evliyalarının adlarını vererek ve kime sahip ettiklerini de belirterek ortaya çıkartır. Onda ne Ali var, ne On İki İmam, ne de Zulfükar.

1. Dünya Savaşı sırasında, Hıristiyan olan Ruslara karşı yapılan savaşta ölenler üzerine yapılmış ve Ona ait olduğu söylenen ağıtlarda da bu durum değişmiyor, yani İslami motifler hemen hemen hiç yer almıyor.

Yukarıda da değindiğim gibi, şiddet ve kötülükten uzak durmak, Sey Qazî’nin yaşamına damgasını vuran felsefedir. Hayatı boyunca eline silah almamış olması hem din adamı olma konumunun hem de sahip olduğu bu anlayışın bir sonucudur.

Sey Qazî’nin sahip olduğu anlayış ya da inanç, canlı ve cansız her şeyin bir ve aynı tanrı tarafından yaratıldığı, her şeyden tanrıdan bir parça bulunduğu esası üzerine kuruludur. Ona göre, aynı cevherin ürünü olan bütün canlılar eşittir, onlara zulüm edilmesi ya da öldürülmeleri asla meşru olarak kabul edilemez. Onun inancında, her hangi bir böcek, bir karınca da doğanın birer parçasıdırlar ve onlar da bizim kadar onun nimetlerinden yararlanma, yaşamlarını sürdürme hakkına sahipler.

Anıt Mezardaki Tekstler Üzerine Bir Kaç Söz

Sey Qazi’nin mezarının giriş kapısının karşısındaki duvara, onun yaşamı ile ilgili bilgiler ihtiva eden Türkçe ve Kürtçe (Kırmancca) mermer iki levha asılı. Sey Qazî`nin atalarının ana dili olan Kurmancca lehçesinden ise eser yok. Bol bol Türkçeye rastlıyorsunuz ama Kurmanccadan bir tek sözcük bulamıyorsunuz.

Bahsettiğim mermer levhalarda yer alan bilgilerde tartışmaya açık kimi noktalar var fakat bu satırlar, böyle bir tartışmanın yeri değil. Ancak yine de, Sey Qazî’nin yaşamı ile ilgili bilgilerde yer alan bir cümle var ki ona değinmeden geçmek olmaz. Metinde, “Sey Qazî Anadolu’nun işgaline karşı çıktı” deniliyor ki bunun gerçeği yansıtan bir belirleme olduğu kanısında değilim.

Bir kere Anadolu denilen yer neresidir; ona bakmak gerekir. Andolu, Yunaca Anatolia’dan gelir ve Ege-Marmara kıyıları için kullanılır. Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulduğu topraklar tarihte hiç bir zaman “Anadolu” olarak adlandırılmış değiller. Bu, T.C.’nin kuruluşundan sonra bu topraklara verilmiş yapay bir isimdir. Bu nedenle, muhtemelen hayatında “Anadolu” sözcüğünü hiç duymamış olan Sey Qazî için, onun işgaline karşı çıktığını söylemek, büyük ozan ve din adamının, Merih gezegeninin işgaline karşı çıktığını söylemekten farksızdır. Bu, boş bir slogandan ibarettir. Gerçek şu ki Sey Qazî’yi ne Antep-Adana, ne Ege ve ne de Marmara ilgilendirmiş. Zaten buralarda olup bitenlerden haberdar olduğunu söylemek de kolay değil. Onun düşünce dünyası, Dersim ve yakın çevresinin ötesine geçmiyor. Bu toprakların, yani Kirmancîye’nin (Türkçe Alfabe ile Kırmanciye) bu parçasının bir insanı olarak bu toprakların sorunlarını, acılarını dökmüş sazını tellerine, dudakları da onlara iştirak etmiş.

1. Dünya Savaşı’nda, bir süre için Ruslarla Dersimliler arasında meydana gelen çatışmaları dillendirirken bile çizdiği çerçeve, o savaşta yaşamlarını yitiren Dersimli gençler üzerine ağıt yakma şeklindedir. Hem Ruslara hem Osmanlıya hem de Osmanlı ile uzlaşan Dersimlilere yönelen eleştirel belirlemeleri var ama bunlar birilerinin yok edilmesi noktasına asla varmaz.

Mezar’ın farklı yerlerine yerleştirilmiş mermer levhalar üzerine Sey Qazî’ye ait olduğu bilinen, emin olunmasa bile öyle kabul edilen değişik şiirlerinden dörtlükler yazılmış ki yöntem olarak yerinde bir şey.

Kırmancca olan tekstler, doğru yazım ya da imla yönünden alabildiğine yanlışlarla dolu. Türkçe düşünüp Kürtçeyi de ona göre yazmaya kalkıştınız mı, böyle bir tablonun ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Peki, bu tekstlerin Türkçe çevirileri çok mu iyi! Hayır, onlarda da olmaması gereken yığınla hata var. Türkçe metinler, hem anlam yönünden sorunlu hem de imla bakımından. Örneğin, duvardaki mermer levhaların birinde şu satırlar var:

Was,koka ho ser reweno

Tayr,zone hode waneno

Kamo asle ho inkar keno

Toz erzeno reça ho sono

Türkçesi:

Ot,kökü üzerinde biter

Kuş,diliyle öter

Kim aslını inkar edip

Toz atıp izine kapar gider?

(Geçmişini inkar eder gider)

1.Kanımca yukarıdaki sözlerin Sey Qazî’ye ait olduklarını söylemek pek de gerçeği yansıtmıyor. Bilebildiğim kadarıyla bu bir atasözüdür. Ancak Sey Qazî, bu sözlerin içeriğine sıkı sıkıya bağlı kalmış; günlük dilde, ibadet ve türkülerinde bu çerçevenin dışına taşmamış. Bu bakımdan ona mal edilmeleri bir yere kadar normal ama gerçeği yansıtmıyor.

2.Metnin Türkçe çevirisi, anlam açısından anlaşılamayacak derecede kötüdür. “Toz atıp izine kapar gider?” satırından bir şey anlamak mümkün mü? Parantez içerisindeki “Geçmişini inkar eder gider,” cümlesi de hem fazladan eklenmiş hem de esas metnin anlamını veremiyor. Kırmmanccada “Toz rêça xo estene,” “kendisine ya da şanına yakışmayanı yapmak,” “yoldan dönmek” gibi kedisini küçük düşürücü davranışlarda bulunma hali için kullanılır. Örneğin, mert olarak bilinen bir insanın, kendisine sığınan muhtaç durumdaki birine yardım elini uzatmaması, aslını inkar etmesi, başkasına boyun eğmesi, bu çerçeveye giren davranışlardır

3.Folklorik tekstlerde, kendi anlayışına uygun değişiklik yapma alışkanlığı bu metinde de göze çarpıyor. Kendim, Sey Qazî’nin dilini hem daha önce çokça karşılaştığım tekstlerden hem de aynı yöreden olmamız nedeniyle pratik yaşamdan tanıyorum. Bu yörede “kendi” anlamına gelen “xo” zamiri, duvardaki tekstlerde istisnasız “ho” şeklinde yazılmış, yani değiştirilmiş. Ama bildiklerim beni yanıltıyor olabilir diye düşünerek konuyu o an orada bulunan Sey Qazî’nin köylülerinden bir kaç kişiye sorduğumda onlardan da “Bizde ‘ho’ yok, biz ‘xo’ deriz,” yanıtı geliyor.

Elbet Dersim’de bu form, yani “ho” formu var ama bu hem çok yaygın değil hem de Sey Qazî’de yok. Oysa folklorik ya da her hangi bir kişinin ağzından aktarılan röportaj türü tekstlerde, orijinal formun korunması esastır. Teksti aktaran kişinin onun aslını değiştirmesi yanlış olur, buna kimsenin hakkı yok. Çok gerekli hallerde bu yola başvurulsa bile, bunun mutlaka açıklayıcı not ile belirtilmesi gerekir.

Sonuç olarak Sey Qazî için yapılmış anıt mezarı, Dersim için bu yönde atılmış bir ilk adım olarak görmek yanlış olmaz. Önümüzdeki yıllarda bu tür çalışmaların artacağını tahmin temek ise güç değil. Bu bakımdan, bu tür çabaları olanların, amatörlükten kurtulup profesyonel bir bakış açısı ile hareket etmeleri zorunludur. Daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi bu tür eserlerin, her şeyden önce gösterişten uzak, halk kültürümüzü yansıtacak nitelikte olmaları, bana her bakımdan daha uygun geliyor. Her alanda olduğu gibi bu konuda da kopyacılıktan ısrarla kaçınmak gerekir. Şu veya bu şekilde kendisinden bahsedilen ya da tanıtılmak istenen tarihi kişi ilgili bilgilerin seçilmesi ve verilmesi noktasında aynı titizliğin gösterilmesi zorunludur. Bir anıt mezarda yer alan tekstlerin anlam ve doğru yazım kuralları bakımından özenle hazırlanmaları çok önemlidir. Adeta karalama yapar gibi rastgele tekst seçmek ve yazmak, kabul edilebilir bir yöntem değil, olmamalı.

Konuk ağırlama çadırından bir görüntü

Gün böylece sona eriyor. Gerçi karanlığın çökmesine daha var ama geriye dönüş yolculuğu için zaman erken sayılmaz. Mezarın yanı başındaki dere ağzına kurulu sahneye peş peşe çıkan sanatçılarımız müzik yapıyor ama sonuna kadar kendilerini dinleme olanağına sahip değiliz. Görebildiğimiz tanıdıklarla vedalaşıp uzaklaşıyoruz. Geride bıraktığımız, çok yorucu ama bir o kadar da verimli bir gün oluyor.

Devamı var.

_____________

Açıklayıcı bir not:

Gezi notlarının 1. bölümünün internet sitelerinde yayınlanması üzerine www.zazaki.net’e bir eleştiri notu geldi. Notun sahibi adını yazmadığı için kim olduğunu bilmiyorum. Bu okurumuz, Hıristiyanlara ait amblem ve yazıların bilinçli şekilde Ermenilere mal edildiğini yazmış. Okur, “Xerbut Kilisesi” başta olmak üzere Elazığ civarındaki bazı kiliselerin adını veriyor ve bunların Ermenilere değil, Süryanileri ait olduklarını söylüyor.

Aslında okuyucumuz hassasiyet göstererek görüşünü yazmakla çok yerinde bir davranış sergilemiş. Yeterince araştırmadan herhangi bir tarihi eseri gerçek sahiplerinde kopartıp başkalarına mal etmeye kalkışmak tabi ki savunulacak bir şey değil. Ama benim de böyle bir amacım olmadı, olması için de her hangi bir neden yok. Süryaniler tabi ki bahsini ettiğimiz toprakların en eski halklarından biridir ve onlara ait birçok tarihi eser bu gün halen de yaşıyor.

Gezi Notları’nın ilk bölümünde yaptığım şey, Ermenilerin bir döneme kadar Elazığ yöresinde yaşayan halklardan bir olduğunu belirtmeye çalışmak oldu. Bunu söylemek, bir yanlışlık olmadığı gibi Süryani halkı ile onun tarihine yönelik bir inkarı ya da görmezlikten gelmeyi de içermiyor. Yaptığım şey, yeri gelmişken, yakın tarihte meydana gelmiş ve halen de aktüel olan bir halkın trajedisine dikkat çekmek.

Eğer, insanlar arasında Süryani tarihi ve üzerinde yaşadığımız topraklardaki rolleri yeterince bilinmiyorsa, bunda biraz da Süryani dostlarımızın payı olduğu kanısındayım. Her kesten önce onların kendi tarihlerini tanıtma çabasını yoğunlaştırmaları ve gerekli bilgileri insanlara ulaştırmaları gerekiyor. Örneğin, okuyucu dostumuz, Elazığ yöresinde bir kaç kilisenin adını veriyor ve bunların Süryanilere ait olduklarını söylüyor. Eğer o bunu yapmasaydı, benim de bu durumdan haberim olmayacaktı.

No nuşte 2579 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.