zazaki.net
23 Nîsane 2024 Sêşeme

Munzur Çem / Nuştox

2013 Gezi İzlenimleri-I

31 Tebaxe 2013 Şeme 18:24

DERSİM’İN KUTSAL YERLERİ ARASINDA BİR GEZİNTİ

TV10’daki “Hardo Dewrês” programının hazırlayıcısı Süleyman Ateş en az bir yıldır, Dersim’in kutsal yerlerinden Ocaklar üzerine tanıtıcı bir program yapmak istediğini söylüyor, “Araştırmacı olarak senden, pir olarak da Hasan Kılavuz’dan yardım bekliyorum,” deyip duruyordu.

Nihayet, Hasan Kılavuz ile konuyu konuştuktan sonra yardımcı olmaya karar verdik.

Elbet Dersim’deki kutsal yerlerin tanıtımı öyle bir çırpıda yapılabilecek bir şey değil ama bir yerden de başlamak gerekiyordu ki bizim yapmaya çalıştığımız bu oldu. Bu çalışma sırasında nerelere uğradık, neler görüp duyduk; bu satırlarda bunların bir özetini okuyacaksınız.

Öte yandan, bundan önceki “Gezi İzlenimleri”ni bitirdikten sonra tamamını bir arada yayınlatırken, bu kez bu işi bölüm bölüm hazırlayıp sunmaya karar verdim. Umarım daha uygun düşer.

Elazığ’da Geçen Yarım Gün

21 Temmuz günü öğleye yakın saatlerde Elazığ Havaalanı’nda uçağın kapısından dışarıya adım atar atmaz müthiş bir sıcak dalgası içerisinde bulduk kendimizi. Sanki azgın alevlerle kuşatılmış bir çukura düşmüştük. Hızlı adımlarla terminal binasına doğru ilerlerken, indiğimiz yerin bildiğim eski havaalanı olmadığını fark ediyorum. Yeni alanın faaliyete geçişinden haberim yoktu.

Valizimizi alıp dışarı çıktığımızda, Dersim’den gelmiş olan İbrahim bizi bekliyordu. Bir yandan hoş-beş ederken, bir yandan da valizleri çabucak araca yerleştiriyor ve kaçarcasına uzaklaşıyoruz.

Elazığ, etnik ve dini inanç yönünden farklı grupları barındıran bir kent. Yani çoğulcu, renkli bir yapısı var. Etnik yönden nüfusun ezici çoğunluğu Kürtlerden oluşuyor. Kurmancca ve Kırmancca (Zazaca) Kürt dilinin konuşulan iki lehçesidir burada. Dinsel açıdan ise Alevilerle Sünniler bir aradalar.

20. yüz yılın başlarındaki soykırıma kadar, Ermeniler yöre nüfusunun azımsanamayacak bir bölümüydü. Ne var ki soykırım bu halkın varlığını nerdeyse tümünü burada yok etti. Soykırımdan geriye kalan çok az sayıdaki Ermeni ise ancak din değiştirerek ya da etnik ve dini kimliğini gizleyerek ayakta kalmaya çalıştı, yani asimile oldu.

Günümüzde Türkler, sayısal olarak Kürtlerden sonra yer alan ikinci halk grubunu oluşturuyor. Bu yörenin Türkleri, politik nedenlerle devlet tarafından değişik zamanlarda dışarıdan getirilip yerleştirilmiş olanlar ya da asimile olmuş Kürtlerdir.

Elazığ, 1975’lerde Keban barajının faaliyete geçmesi ile büyük bir göç dalgasına maruz kaldı. 1980 darbesinden sonra başlayan silahlı Kürt başkaldırısı ise göçlerin büyüyerek devam etmesine neden oldu. Bu yüzden de inşaat sektörü hep canlı kaldı, hem yeni binalar yapıldı hem de binaların sahip oldukları kat sayısı çoğaldı. Tabi buna paralel olarak motorlu araç sayısı da hızla yükseldi. Sonuçta, dar sokak ve caddeler giderek kalabalıklaştı, gürültü ve hava kirliliği arttıkça arttı, cehennemi bir görüntü ortaya çıktı.

Elazığ’da devlet, tıpkı Erzincan ve Erzurum’da olduğu gibi hem ideolojik hem de kurumsal olarak çok güçlüdür. Resmi ideolojinin ağırlığı, kentin sosyal yaşamını adeta dondurmuş. Kentte, potansiyel olarak kültürel zenginlikler, farklı renkler var ama bunlar bir buzluğa konmuş gibiler; donuk ve hareketsiz... Bu yüzden de Elazığ oldum olası bende camili bir kışlayı hatırlatıyor.

Gulistan, buraya kadar gelmişken kente şöyle bir göz atmak istediği için, ana cadde boyunca gidip geliyoruz. Harput’u gezmek de yine yapmak istediğimiz şeylerden biri. Dolayısıyla de kısa kent turundan sonra yüzümüzü oraya çeviriyoruz. Harput’a çıkan yola girmek üzere bir kaç sokağı geçip o yana bu yana döndükten sonra birden kocaman bir kışla çıkıyor karşımıza. “General Salih Omurtak Kışlası”. Daha ötelerdeki bir başka kışlanın ise Abdullah Alpdoğan’ın adını taşıdığını biliyorum. Alpdoğan ve Omurtak bildik isimler. 1937-38 Dersim soykırımı ile bu iki isim bitişik kardeşler.

Türkçeye “Harput” olarak geçmiş olan “Xarpêt” ya da “Xarpit” her şeyden önce Urartular döneminden kalma kalesi ile ünlüdür. Bundan ayrı olarak “Darphane” adıyla bilinen şifalı suyu ve buz mağarası da görülmesi gereken yerlerdir. Xarpêt, tarihte ünlü Ermeni yerleşim merkezlerinden biridir. Gel gör ki özellikle de son yüz yıldaki ırkçı tahribat sonucu, Ermeni halkını hatırlatan miras yok edilmiş, silinmiş.

Harput’a ulaşır ulaşmaz arabayı park edip iniyoruz. Elazığ, ayaklarımızın altında sayılır. Ovaya yayılmış kentten dışarıya; Diyarbekir’e, Bingöl’e ve Malatya’ya doğru uzaklaşıp giden yollar, lacivert birer nehri andırıyorlar. Sol tarafta ovanın önemlice bir kesimini Keban barajına ait göl kaplamış. Buraların barajdan önceki halini iyi hatırlıyorum. Ovanın cüzdanıydı burası. Şeker fabrikası da aynı yerde, Bingöl’e giden yolun sol tarafında ki dağın eteğine kuruluydu.

Harput’tan Elazığ’a bir bakış

Parmağımla değişik noktaları göstererek Gulistan ile İbrahim’e ovanın baraj yapılmadan önceki halini anlatırken aklıma Ankara eski Belediye Başkanlarından Dersimli Vedat Dalokay’ın bir sözü geliyor. Dalokay, bir konuşmasında “Keban Barajı Doğu ve Güneydoğu’da otlayan ama sütünü Batıda veren bir inektir,” demişti. Bu sözler, bir gerçeğimizi çok açık şekilde göz önüne seriyor: Halkımıza ait olan nehirler üzerinde barajlar yapıldıkça, halk tarihini, kültürünü ve toprağını kaybediyor ama elde edilen elektrik Batıya götürülüp orada tüketiliyor. Birinin daha çok kazanması için ötekinin kaybetmesi gerekiyor. Sistem öyle, tıpkı emme-basma tulumba gibi.

Harput olağanüstü derecede tenha. Sayıları 10’u geçmeyen bizim gibi turist dışında kimse gözükmüyor. Bunun bir nedeni sıcaklık ise ötekisi de Ramazan orucu olmalı.

Uratu döneminden kalma Harput Kalesi

Kale gezisini bitirip geri dönerken, sohbetimiz, ortak sorunumuz olan açlık üzerinde yoğunlaşıyor. Biraz ilerideki dere ağzında bulunan lokantalardan biri açık gibi geliyor bize. Oradan yükselmekte olan müzik de bunun bir kanıtı sayılır. Oraya vardığımızda tahminimizin doğru olduğunu görüyoruz. Bizden ayrı olarak yaşı ilerlemiş posbıyıklı bir kaç müşteri daha var. Hiç tereddütsüz bir söğüt ağacının altındaki masalardan birine oturuyoruz. Genç bir garson geliyor, siparişleri veriyoruz. O genç, yanımıza uğradıkça parça-parça bir şeyler konuşuyoruz. Bu da, küçük çapta da olsa birbirimizle ilgili bilgi sahibi olmaya yarıyor. Kendi aramızda konuştuğumuz dilin Kürtçe olması, onun için dikkat çekici oluyor, bunun farkındayım. Söz dilden vs. açılmışken Kürtçeyi bilip bilmediğini soruyorum, “Buralıyım, ama asimile olmuşuz, bilmiyorum” diyor. Asimile olduğunu söylerken durumdan memnun olmadığı, hatta eziklik hissettiği belli oluyor. Hesabı ödeyip kalktığımızda müşteri sayısı epey artmıştı.

Ver Elini Dersim

Artık kaybedecek zamanımız yok ve hiç beklemeden Dersim’e yöneliyoruz. Harput’u geride bırakıyor, zikzaklı yolu hızla bitirip baraj gölüne varıyoruz. Tıpkı Ulu Ova gibi buranın da, baraj yapılmadan önceki halini iyi hatırlıyorum. O an bulunduğumuz noktada, yani iskelenin Elaziz ayağında bir köy vardı. Murat’ın sularının adeta evlerinin duvarlarını, ağıllarının çeperlerini, bağlarını-bahçelerini okşayarak geçtiği köy yok artık. Baraj gölü dolarken yörenin öteki onlarca köyü gibi onu da yutmuş. Karşı taraf yani Pêrtage (Pertek) tarafının o ünlü bağ-bahçelerinin akıbeti de büyük ölçüde böyle olmuştu. Bunlar, toprağın yüzünde olan ve çıplak gözle görebildiğimiz kayıplar. Kim bilir yerin altında neler gitti? Sadece yaşanmakta olan zaman ait olanını değil, geçmişi de yutuyor barajlar.

Göl kıyısında kısa bir bekleyişten sonra feribot geliyor ve karşıya geçiyoruz. Pertek’i geçer geçmez başlayan ve giderek dikleşen keskin virajlarla ne zaman yüz yüze gelsem, 1964 yılının kış aylarında, odun yüklü bir kamyon ile yaptığım yolculuk sırasında geçirdiğimiz kaza canlanıyor gözümün önünde. Şiddetli tipi altında, kendisi dışında doğaya ait her şeyi adeta yutmuş olan kalın kar tabakasını yararak ilerlerken birden yoldan çıkmış, devrilmişti kamyonumuz. Neyse ki şansımız yaver gitmişti de sağ yana yatmıştı. Sola doğru devrilmiş olsaydı en az 100 metrelik uçurumu boylayacaktık. Saatler sonra bir kar temizleme makinesi tarafından kurtarılıncaya kadar da soğuk ve korku canımıza okumuştu.

Her yokuşun bir inişi var derler. Bizim yolculuğumuz için de durum böyle. Pertek’in sırtını dayadığı dik yamaçları aştıktan bir süre sonra bu kez yeni bir iniş başlıyor. Munzur’un derin vadisine yerleşmiş “Tunceli” il merkezine ulaşmanın başka yolu yok.

Kentle buluştuğumuz noktada, sol yandaki bir tümseğin üzerine kurulu yeni üniversite kampusu, görüntüyü hayli modernleştirmiş gözüküyor. Geçtiğimiz yıl inşaatı devam etmekte olan otoyol ise bitmiş.

Zar-zor yer ayırtabildiğimiz Kent merkezindeki Has Otel’e vardığımızda hava hala çok sıcaktı. Otelin merkezde olması, gürültünün de çok olması anlamına gelir. Bu da bir an için bizi orada kalıp kalmama konusunda tereddütte düşürüyor. Şöyle bir sondaj yapınca, istesek de başka bir şansımızın olmadığını öğreniyoruz. Festival günleri yaklaşırken, Dersim’de yaşanan en büyük sorun yatabilecek bir yer bulabilmektir. Ne var ki sonraki günlerde güler yüzlü, mütevazı insanların çalıştırdığı otelden oldukça memnun kalıyoruz.

Akşam saatlerinde, TV 10’dan Süleyman Ateş, Pir Hasan Kılavuz ve eşi Aysel ile buluşuyor, ertesi günden başlayarak, kutsal yerlerin çekimi ile ilgili olarak yapacağımız çalışmayı gözden geçiriyoruz.

Sey Safî (Sabun) Ocağındayız

Ertesi gün saat 10 sıralarında yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saat süren yolculuğun ardından Kovancılar’ı geride bırakıyor, Palu’ya doğru ilerliyoruz. Gideceğimiz yer Türkçeye uyarlanmış formu “Seyitli” olan “Seyîdan” köyüdür.

Derken köye ulaşıyor ve kısa bir arayıştan sonra bir gecekonduyu andıran tek katlı mütevazı bir evin önünde duruyoruz. Kapı kilitli olduğu için içeriye giremiyoruz. Anahtar, köyde bir kadındaymış. İçimizden iki kişi kadını aramaya giderken Hasan Kılavuz atalarının mekanı hakkında bilgi vermeye başlıyor. Söyledikleri, özetle şöyle:

“Burası Sey Sabun Ocağının bilinen en eski merkezidir. Aslında burası eskiden böyle değilmiş, daha büyükmüş. Sey Safi (Sabun) ailesi buraya ne zaman, nasıl ve hangi nedenle gelmiş, bilmiyoruz. Önce şu demiryoluna bakın! Bu yol yapılırken, bu kutsal mekânın yarısı gitmiş. Yani başka yer kalmamış gibi, demiryolunu buradan geçirmişler. Dolayısı ile de şu gördüğünüz evin eski halini çoğu kişi bilmez. Seydan Ocağının bu eski mekânını yıkıldıktan sonra devlet gördüğünüz şu duvarı yapmış. Tabi evin çoğu gitmiş, azı kalmış.

Bu mekanın, Safeviler döneminde de faal olduğu anlaşılıyor. O zaman ocağa bağlı bir vakıf varmış. Şu gördüğünüz ovanın tamamı da o vakfın mülküymüş ve ocak işleri de bu vakfa ait gelirlerle karşılanırmış. Öyle anlaşılıyor ki Şah İsmail Hatayi döneminde durumu iyiymiş ocağın. Muhtemelen Çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlı hâkimiyeti günden güne pekişince, yani devran değişince iyi günler de sona ermiş, zor dönem başlamış.

Derken gün geliyor, ailedeki yetişkin beş erkek kardeşten biri idam ediliyor. İdamı yapanlar ise Palu Kalesindeki yöneticiler. Her ne kadar Vakıf şu an bulunduğumuz Seyitli’de olsa da yönetim yeri Palu Kalesiymiş. Aradan bir süre geçince bu kez ikinci kardeş asılıyor. Peş peşe gelen bu iki idamdan sonra o zamanki atalarımız, Palu Seyitli’de kalma şartlarının ortadan kalktığına hükmetmiş ve göç etmeye karar vermişler.

Aile bir gece sessizce buradan ayrılıyor ve Peri suyunun öte yakasındaki bir köye gidiyor. Bu köy, buraya gelirken içinden geçtiğimiz nehir kıyısındaki köydür. Oraya da Seyitli deniliyor, Mazgirt’e bağlıdır.

Öyle anlaşılıyor ki o zamanki Ocak yöneticileri olan atalarımız, Palu’daki köylerinden göç etmişler ama hem geride bıraktıkları mülklerine sahiplik etmek ve hem de o yöredeki talipleriyle ilişkilerini sürdürebilmek amacıyla fazla uzağa gitmemişler.”

Kılavuz bunları anlatırken, anahtar geliyor. Kapıyı kendisi açıyor ve bizi içeri davet ediyor. Duvarlardan başka, o ziyaretin sahiplerine ait her hangi bir nişana rastlayamıyoruz. Duvarlara halılar asılı ama bunların tamamının üzerinde cami motifleri var. Alevi ocağında cami! Demek ki sonradan o köyün Sünni olan halkı tarafından asılmışlar. Soruyoruz; Kılavuz doğruluyor bunu.

İkinci odaya girdiğimizde sadece camili duvar halıları değil, tam karşıda küçük bir rafta üst üste konmuş 10 dolayında kitap gözüme ilişiyor. En üsttekini alıp bakıyorum kapağında “Namaz!” yazılı. Sey Sabun ailesi yüz yıllara varan bir süre önce burayı terk ettiğine göre bu kitapların da sonradan köyün Sünni halkı tarafından oraya konduğuna kuşku yok. Zaten Latin harfleri ile yazılmış olmaları da bunu gösteriyor.

Peki, Sey Sabun adı nerden geliyor? Öteden beri benim de kafamı kurcalayan soruyu soran, yanılmıyorsam Pir Riza Katurman’dı.

“Haa bak bunu hikayesi hayli ilginç. Gel zaman git zaman bizim dedemizin bir yakını Halep taraflarına gidiyor, oraya yerleşiyor ve zenginleşiyor. Sonra bu kişi her sene bol miktarda sabun gönderiyor Ocağa. Tabi hediye olarak. Bizim ocakzade dedelerimiz de gelen sabunu taliplerine dağıtıyorlar. İşte bize Sey Sabun Ailesi denmesinin nedeni budur. Ailemizin asıl adı “Mala Sey Safî” (Şeyh Safi Ailesi)’dir. Sey Sabun sonradan lakap olarak verilmiş. Bu Safi adının da Safevilerle ilişkisi olduğu kanısındayım.”

Burada ilk andan itibaren ilgimizi en çok çeken şeylerden biri de evin kapısının önündeki kocaman yuvarlak ve yassı taş oluyor. Üstelik, tam da orta yerinde oyulmak suretiyle duran bir haç şekli var. Haç’ın varlığından hareketle Hıristiyanlarla ocağın ilişkisini bulmaya çalışıyorum. İçimden “Her halde Ermeni bir usta tarafından yapılmış olmalı ki bu haç işareti yapılmış”, diye geçirirken Pir Kılavuz açıklık getiriyor:

“Şu gördüğünüz, bir değirmen taşı. Biliyorsunuz bir değirmende, üst üste konulmuş iki taş olur. Dönüş sırasında üstteki taşın kayıp uzaklaşmaması için, her ikisinde de haç şeklinde oyuklar açılıyor ve bu oyuklara konulan özel bir ağaç parçası kaymayı önlüyor. Bu taştaki şekil de bu amaçla yapılmış. Yani haç değil.”

Pir Kılavuz’un bahsettiği iki değirmen taşının adı, bizim yörenin Kırmancca (Zazaca)sında “girmaçek”tir.

Palu Kalesi İle Yüz Yüzeyiz

Derken yeniden yola çıkıyoruz. Bir süre virajlı hafif yokuşu bitirir bitirmez Murat nehri karşımızı çıkıveriyor. Biraz ilerde, derin vadisinde aniden uç veriyor, Palu ilçe merkezini kucaklayan genişçe bir yay çizdikten sonra yeniden dağlara sokulup gözden kayboluyor, saklambaç oynar gibi.

Sırttan aşağıya doğru, ayağımızın altındaki Palu’ya uzun uzadıya bakıyorum. Nehrin iki yakası arasında yükselen dik yamaçlar arasına sıkışıp kalmış. Ama yine de Dersim’in ilçelerine göre bir az daha bakımlı ve düzenli gözüküyor.

Sol yanımızda ve bizimle aynı yamaçta yükselen Palu kalesi, ilerlemiş yaşına rağmen, görkemli duruşunu kaybetmemiş. Kale dediğimiz, aslında uçurumun karnından yükselen, ulaşılması zor bir kayalık. Tabi ötekiler gibi buranın da değişmeyen aksesuarı kocaman bir Türk bayrağı. Baskı altında olup ta özgürleşme mücadelesi verenler dışında kalan uluslardan kim ki bu şekilde abartılı büyüklükte bayrak asıyorsa; bilin ki o ya bir emperyal güçtür ya bunun özlemini çekiyor ya da kendine güveni olmayan bir palavracıdır. Bu tarihi yere o koca bayrağı böylesine anlamsız bir tarzda asanlar hangi kategoriye girer, kararı okuyucular olarak siz verin.

Eski dönemin insanları, bu kayalığı orasından-burasından duvarlarla örmek suretiyle oturmaya uygun hale getirmişler. Zaten Kürdistan’ın dağlık yerlerindeki kalelerin ortak özelliğidir bu. Bu tür kayaları yerleşim merkezine dönüştürürken de iki şeyi hiç ihmal etmemiş yapımcılar. Bunlardan biri güvenlik, yani savunmaya uygunluk, ikincisi ise su temini. Doğudan batıya bir hat üzerinde dizilen kalelerin tamamında bu iki noktanın önemle göz önünde tutulduğunu görürüz. Xoşav (Hoşap), Wan (Van), Bidlîs (Bitlis), Gêxî (Kiğı), Palu, Mazgêr (Mazgirt), Xarpêt (Harput), Pêrtage (Pertek), Çemişgezek ve Kemax (Kemah),.. Tamamı böyleler.

Palu’ya hâkim olan bu sırta gelişimizin nedeni hem kaleyi görmek ve hem de Sey Sabun Ocağı ailesinden Pir Sey Sabır’ın mezarını ziyaret etmek. Bu mezar önceleri bilinmiyormuş. Aile mensupları uzun araştırmalar sonucu yerini tespit etmiş ve günümüzde çokça rastladığımız mermer bir mezar yaptırmışlar. Hz. Muhammed’in soyundan birine bağlanarak “Ehlibeytten” olduklarını kanıtlama, Alevi din adamlarının 20. yüz yıldaki değişmez eğilimidir ve onu burada da görüyoruz. Örneğin, mezar taşında Sey Sabır’ın 7. İmam Musayi Kazım’ın soyundan geldiği yazılı. Tabi bir de “Ruhuna Fatiha” sözleri. Dersim’deki mezar taşlarının eski ile yeni halleri üzerinde daha sonra yeri geldikçe duracağım.

Seydan (Seyitli)’den Newala Karê ye.

Sey Safî (Sabun) Ocağı mensupları Peri nehrinin batı kıyısındaki Seyitli’de ne kadar kalmışlar, bilen yok. Ama gün geliyor ki orayı da bırakıyor ve halk arasında “Nala Karê” de denilen “Newala Karê” (Karê Vadisi)’ne gidiyorlar.

Hiç beklemeden Pir Hasan Kilavuz’un bahsettiği Newala Karê’ye gitmek üzere yokuş yukarı tırmanıyoruz. Bir süre yol aldıktan sonra bu kez de sağa dönüp baş aşağı iniyoruz ama çok değil. Az sonra, Newala Karê’de Sey Sabun Ocağındayız. Buraya ilk kez geliyorum ama hem fotoğraflarını daha önce gördüğüm için tanıdık geliyor.

Pir Hasan bizi gezdiriyor ve anlatıyor. İlk anlattığı şey ise dedelerinin buraya nasıl ve neden geldikleri oluyor:

“Bu yörede bulunan güçlü aşiretlerden İzolan île Şadîyan arasında var olan anlaşmazlık bir türlü sona erdirilememiş. Çatışma, öldürme ve soygun türü eylemler devam edip gitmiş. Sonunda gün gelmiş, yine bir barış görüşmesi sırasında “En iyisi iki aşiretin yaşadığı bölgeler arasına sözü geçer, işleri evirip çevirmesini bilen bir aile yerleşsin. Kim olur kim olmaz derken kararı bizim ailede kılıyorlar. ‘Vî karî ancax Mala Sey Sabunan dikarin bikin. Aştiyê ancax ew dikarin bînin ser vê axê’ (Bu işi olsa olsa Sey Sabun ailesi yapabilir. Bu topraklara barışı ancak onlar getirebilirler,” demişler.

Bunun üzerine, o zaman ailemizin başında kim bulunuyorsa, gidip onunla konuşuyor ve Newala Karê’deki bu yeri veriyorlar kendilerine. Şimdi gidince göreceğiz, o zaman orada bir değirmen varmış, araziden çok geçimlerini değirmenden elde ettikleri gelirle sağlıyorlarmış. Tabi sonradan aile araziyi de genişletiyor.

Burada şimdi kimse yok artık. Ağabeyim İmam Hüseyin vardı, yaşlı olduğu için kalamıyor. Şu sıralar Mersin’de çocuklarının yanında. Evin anahtarı yanımda değil. O yüzden de maalesef içeri giremiyoruz,” diyor.

Arkasından biraz aşağıyı gösteriyor ve “Dedemiz buraya ilk geldiğinde şu hendekte yapıyor evini. Ne var ki bir süre sonra hiç beklenmedik bir olay gerçekleşiyor; bir gece yağan yağmurun etkisiyle kalkan sel evi, hayvanları, her şeyi alıp götürüyor. Bir tek insanlar erken terk ettikleri için kurtulabiliyorlar. Bunun üzerine evin yerini değiştiriyor ve şimdi gördüğünüz şu yıkıntının bulunduğu yere yapıyor. Bu yıkıntı, 1938’de yıkılan evimize ait. Şu an ayakta olan gördüğünüz şu evi ise babam 1950’lerde yaptırdı.”

Pir Kılavuz bundan sonra eve 20-30 metre ötedeki el değmemiş ağaçları gösteriyor ve “Şu gördüğünüz yer de asıl ziyaret yeri, göze. Burayı ziyarete gelenler orada mumlarını yakıyor, kurban kesiyor ve niyaz dağıtıyorlar.”

Hep birlikte gösterdiği yere doğru yürüyoruz. Sararmış otlar, belimize kadar çıkıyor. Ağaçların altında önce mermerden yapılma üç adet mezar çıkıyor karşımıza. Bunlar yeni, yani son zamanlarda yapılmış mezarlar. O nedenle de üzerindeki yazılar Türkçe olarak yazılmış; diyelim ki falan oğlu falan ya da falan kızı falan gibi… Tabi sırf ölünün babası yazılı, anne adlarına ise rastlanmıyor. Yine günün modasına uygun olarak bütün mezarlarda olduğu gibi burada da son cümleyi “Ruhuna Fatiha” oluşturuyor. Bu yeni mezarların bir kaç metre ötesinde, Sey Sabun Ocağı ailesinden buraya ilk gelen pirin mezar taşı var. Yani ocaktaki asıl kutsal yer... Biz Kırmanccada buna “çiladêrike” (Türkçe alfabe ile “çıladerıke”) deriz. O mezar taşında ise ne bir figür, ne de her hangi bir yazı var. Aslında bu, bu ocağa özgü bir durum da değil. Bütün Kürt Alevi bölgelerinde karşılaşacağınız manzara böyledir. Dersim’de yaşı 40-50 yılı geçen bir tek mezar taşında bu güne kadar “Ruhuna Fatiha” ibaresine ya da İslami başka her hangi bir motife rastlamış değilim. Mezar, bu ziyaretteki gibi tümüyle doğal bir taş da olsa, özel olarak yapılmış da olsa, üzerinde çiçek, ata binmiş adam, ay, kılıç, daha sonraki dönemlere ait olanlarda tüfek ve yıldız gibi şeylerin figürleri var. Bazı mezar taşlarında rastlanılan kılıç ise ucu çatallı Zülfikar değil. Hatta bazen bunun bir kılıç mı yoksa kama şeklinde bir bıçak mı olduğunu ayırt etmekte bile zorlanıyor insan.

Sey Sabun Ocağında kutsal mezar taşı

Süleyman Ateş, çekim için Pir Hasan ve Ana Aysel ile konuşurken, ben, Gülistan ve Pir Rıza Katurman başka bir noktada, terk edilmişliğin ezikliğini yaşayan bu yerleşim yerinin geleceği ile ilgili görüş alışverişinde bulunuyoruz. Aslında buranın şirin bir yer olduğu noktasında üçümüz hemfikiriz. Bakımsızlığın etkileri çıplak gözle görülse de, çok sayıda meyve ağacı hala ayakta. Su var. El atan olursa kısa sürede eski canlılığına kavuşacak, buna kuşku yok. Bunun gerçekleşeceğini ummak istiyoruz. Bu yüzden de Pir Hasan Kılavuz sonraki günlerde bu yöndeki temenniyi her üçümüzden de sık sık duyuyor. Sey Safi ocağının mekânı hepten virane olmaktan kurtarılmalı ama nasıl? Bu gibi sorunlarla ilgilenen kurumlarımız olmadığına göre, bu yönde adım atmak, doğal olarak en başta bu ailenin mensuplarına düşüyor.

Halen ayakta olan evin yanına geldiğimizde, emektar kameraman Hesen ha bire çekiyor, Süleyman Ateş ise Hasan Kılavuz ile 1938’i konuşuyordu. Ben o tufandan bu ailenin payına düşenleri, daha önce yine Pir Hasan Kılavuz ile yaptığım bir röportaj nedeniyle detaylı olarak bildiğim için söylenenlerin yabancısı değilim. Bu yüzden de, ara sıra söze karışıyor ve unutulan noktalar varsa, onları hatırlatmakla yetiniyorum.

Hasan Kılavuz “Diya min her tim digot leşker çawa ku hat, berê her tiştî kûçikê me kuştin. Aha li vir kuştin,” (Annem her zaman asker geldiğinde, yaptığı ilk iş köpeğimizi öldürmek oldu. Aha şurada öldürdüler,’ diyordu,” diyor.

“1938’de aniden gelen askerler evi kuşatmaya alıyorlar. Belli yerlerde duvar taşlarını çıkardıktan sonra da yıkılıyor ev. Evdekiler ise kaçıp biraz önce gördüğümüz mezar taşının bulunduğu yere gidiyorlar. Bu bir sığınmadır. Sey Sabun Ocağının en kutsal noktası orası. Dolayısıyla de çaresizlikten, doğal olarak oraya sığınıyorlar. Bu ziyaretin evliyası, umut bağladıkları ve yardım isteyebilecekleri tek şeydir.

“O gün ailenin büyüğü olan amcam Bava Duzgi evde değilmiş. Ertesi gün asker yeniden gelince, halkın ‘gitme’ ısrarına rağmen yanlarına gidiyor:

‘Gidip soracağım, suçumuz ne ki evimizi yıktınız, bizi böyle perişan halde ortada bıraktınız,’ diyeceğim” diyor ve gidiyor.

Yanlarına gider gitmez de, askerler önce bıyığını ve sakalını kesiyorlar. Hem de öyle kesiyorlar ki yüzü kanlar içerisinde kalıyor. Biliyorsunuz, Aleviler arasında bıyık ve sakala makas vurulmaz geleneği var. Bu, dini bir kuraldır. Askerlerin, saçını sakalını kesmelerinin nedeni de kendisini halkın gözünde küçük düşürmek, prestijini sarsmaktır” diye açıklıyor pir Kılavuz.

“Ya sonra?”

“Arkasından, askerlerden biri Bava Duzgi’nın atına biniyor, kendisi de elleri kelepçeli halde yaya yürüyor. Bava Duzgin’ı o şekilde Mazgirt’e götürüp camiye kapatıyorlar. O camide 152 erkek bir aradaymışlar. Bir-iki gün bekletildikten sonra, ikişer-ikişer ilçenin yanı başındaki bir uçurumun başına götürüyor, süngüleyip aşağıya atıyorlar. O yüzden de amcam Bava Duzgı’nın mezarı yok. Mezarsız Dersimlilerden biridir o” diyor.

(Devam edecek)

No nuşte 3680 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.