DERSİM’İN KUTSAL YERLERİ ARASINDA BİR GEZİNTİ
Hewşê Kurêşî’[1]ye Doğru Yolculuk Ve Bir Bektaşî Derneği
24 Temmuz günkü programımızda Kızılkilise (Nazımiye) sınırları içerisindeki Zêve ya da Dewa Kurêşan (Kurêsû) köyünde bulunan Kurêş (Kurês) ya da Kurêso Kurr Ocağı’nı ziyaret etmek var. Kurêş Ocağı, daha doğrusu anadilimiz Kırmancca ile Hewşê Kurêşî deyip geçmeyin. Bu Ocak mensupları, Alevi din adamları hiyerarşisinde en üst sırada, yani mürşitlik makamında değiller ama pirlik ve rehberlikte çok etkinler. Daha da önemlisi, öteden beri, idari, politik ve hukuksal planda Dersim’deki en etkili kesimlerden biri olagelmişler.
Konvoyumuz yine iki araçtan oluşuyor ve önce yola çıkan biz oluyoruz. “Tunceli” il merkezinin kurulu bulunduğu yerin iki adı var; bunlardan biri Kalan, ötekisi ise Mamekîye ya da Mamekî’dir. Kalan, Kürtçenin yörede konuşulan her iki lehçesinde de “ihtiyarlar” anlamına gelir. Yine bu ismi taşıyan bir de aşiret var. Bir görüşe göre “Kalan”, buranın Kürtçe, “Mamekîye” ya da “Mamekî” ise Ermenice adıdır. Mamakîye’nin Ermenice olup olmadığından emin değilim ama böyle söyleyenlere rastlamışımdır.
Bu kenti tanıyanlar bilirler; Mizur (Munzur) ve Harçîge (Harçik) nehirleri, doğudan kente giriş noktasında birleşirler. Tabi şimdi o noktada artık bu nehirler yok, onların yerini baraj gölü almış. Burası aynı zamanda yol ayırımıdır. Elazığ yönünden geliyorsanız, Erzincan ve Erzurum’a gitmek için sapmadan devam ederken, kent merkezine uğrayacak olanlar sola doğru keskin bir dönüş yapmak zorundalar. İşte tam orada bir petrol satış istasyonu var ve biz de yakıt almak üzere ona uğruyoruz.
Yakıt alma işinin bitmesini beklerken, biraz ileride sağ taraftaki yeşil binanın önünde bir hareketlenme olduğunu fark ediyoruz. Az sonra yola çıkıp o binanın hizasına gelir gelmez İbrahim, hızı alabildiğine düşürüyor. Kapının önündeki iki otobüs var. Anlaşılan başka yerlerden gelmiş olan ziyaretçilerini ağırlıyor yeşil bina.
Gulîstan “Ne binası ki böyle?” derken benim ağzımdan da “Sence ne olabilir?” sorusu çıkıyor.
“Camiye benziyor ama minare yok.”
Ben gülümseyerek “Dersim’de normal, bizim camilerimiz minaresiz”, derken, İbrahim öne atılıyor ve “Cemevi”, diyor.
Adı Cemevi ama kapısının üzerindeki tabelada “Hacı Bektaşi Veli Kültürünü Yaşatma ve Yayma Derneği” yazılı. Demek ki aslında bir ibadet yeri olan Cemhane (Cemevi) ile ilgisi yok. Birileri, onun vasıtasıyla Hacı Bektaşi Veli’ye ait olduğu iddia edilen görüşleri yaşatma ve yayma amacı ile kurmuşlar burayı. Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar işgal etmeye başladığında, Hıristiyan halkları asimile etmek için Bektaşi Tekkesi’ni devreye sokmuşlardı ve o da yüz yıllarca bu görevi laikiyle yerine getirmişti. Bu Tekke’nin diğer bir asli görevi de yine o dönemde, T.C. devletinin şu an üzerinde kurulu bulunduğu topraklarda hayli popüler olan Erdebil Tekkesini etkisizleştirmekti ki Tekke bu konuda da İmparatorluğa çok değerli hizmetler sundu. Hacı Bektaş adını taşıyan bu derneğin kuruluş amacı da bundan farklı olmasa gerek. Öyle ya, yaşamı ve çalışmaları hakkında çok az şey bilinen Hacı Bektaşi Veli ve onun adını taşıyan Tekke ile Dersim arasında doğrudan herhangi bir bağ yok. Örneğin, aralarında ne pirlik-taliplik ilişkisi, ne de başka türden herhangi bir ilişki mevcut. 1960’lardan sonra yeniden popüler hale getirilen Bektaşi Tekkesi’ni ziyaret edenler içerisinde Dersimliler de var ama bu dinsel bir gerekliliğin yerine getirilmesi değil, tümüyle turistik amaçlı bir gezi niteliğindedir. Hal böyle iken evliyalar yatağı olan Dersimli herhangi bir pirin, rehberin, ermişin ya da evliyanın adı ile değil de Hacı Bektaş ismi ile dernek ve Cemevi neden açılsın, Bektaşilik neden bir yama gibi Dersim Aleviliğine yapıştırılsın? Açıktır ki bu dört dörtlük asimilasyoncu bir çabadır. Adı geçen derneğin pratikte bir misyonerlik kuruluşu rolünü üstlendiğini söylemek bir haksızlık sayılmaz.
Öte yandan, Kürt Alevilerde kutsal renk beyazdır. O nedenle de efsane ve dini ritüellerinde beyaz çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Beyaz kartal, beyaz güvercin, “Sipêlayê Serê Sodîrî” (Şafak Vaktinin Beyaz Giysili Meleği). “Sipî” Kürtçe de “beyaz” demektir), Ana Fatma Sipîye. Hızır, ak giysili ve aksakallıdır. Dersim’in ünlü evliyalarından Kurêş’in özellikle de cemlerde çok bahsedilen kurtları da yine beyazlar.
Beyaz, 1938’e kadar Dersimlilerin giysilerinde hakim renkti. Bu yüzden de Türkler arasında onlar için kullanılan terimlerden biri de “beyaz donlu”ydu.
Alevi tarihine damgasını vuran mücadele sembolü ise kızıl ya da kırmızıdır. Ne var ki öteki birçok özellik gibi, bu renkler de yerlerini artık büyük ölçüde yeşile terk etmiş bulunuyor. Gerçi Aleviler yeşile hepten yabancı değiller ama onun, bu gün gördüğümüz ölçüde kullanılması İslam’a yakınlaşmanın yani asimilasyonun bir sonucudur.
Çemê Sêyxanû Ya da Kutu Dere’de Olmak
Harçîge’nin harika güzellikteki vadisini, sonu gelmez virajlarla kucaklayan yol boyunca ilerliyoruz. “Çemê Seyxanû” öteki adıyla Kutu Dere yöresine gelince, sağ yanımızda, nehirle yol arasında yer alan restorandın önünde duruyor ve güneş altında irili ufaklı parıltılı dalgalar haline ilerleyen sakin nehrin kıyısına kurulu masalardan birine oturuyoruz. Buraya gelmişken çay içmeden, hatta olanak varsa kahvaltı yapmadan gitmek düşünülmemesi gereken bir şey. Hafif açılmış müzik setinden yükselen Mikail’in sesi, buranın doğasına inanılmaz derecede renk katıyor, onu şenlendiriyor. Harçîge’nin şırıltısı ve Mikail’in avazı; bir bütünün, birbirinden ayrı düşünemeyeceğiniz iki ayrı parçalarını oluşturmaktalar.
Çaylarımızı yudumlarken, İbrahim “Mi kewrayênîya domonû îta kerde xalo”, (Çocukların sünnet düğününü burada yaptım dayı)”, diyor.
“Öyle mi, çok iyi etmişsin.”
“Yapmasına yaptım ama birçok zorluk çektim. Bazı şeyler istediğim gibi değildi ama yine de güzel bir düğün oldu.”
Bize, isteğimize uyarak anlatmaya başlıyor. Bu gibi olayların içerisinde olmayanların anlamakta güçlük çekecekleri, adeta inanılmaz derecede zorluklardan bahsediyor.
İbrahim, davet için önce il merkezinde, sonra Nazımiye’de, sonra ise tekrar ilde, haftalarca uğraşmış, o daireden ötekine koşmuş, kapı kapı dolaşmış ama bir türlü gönlüne göre bir davet için izin alamamış. Yöneticiler, kitlenin oraya toplanmasını sakıncalı bulmuşlar!
Zaman sıkıntısı nedeniyle istemesek de biraz acele etmemiz gerekiyor. Oradan ayrıldıktan hemen sonra vadinin çok dar bir yerindeyiz. Buradaki köprüden karşıya, yani Harçîge’nin doğu yakasına geçeceğiz. Köprünün doğu yakadaki ayağının hemen üstünde bulunan hafif kaya oyuğu, Xizir (Hızır) ziyaretidir. Aracı kullanmakta olan İbrahim arkadaşımız inançlı biri. Bir virajı dönüp ora ile yüz yüze gelir gelmez, sağ elinin işaret parmağını üç kez önce dudaklarına sonra da alnına götürüyor. Bu, Dersim Alevilerinin kutsal bir mekân ile yüz yüze gelirken yaptıkları bir harekettir. Bir gelenek, daha doğrusu, ibadetlerinden bir parça!
Bakıyoruz; bir grup insan ziyarete gelmiş bile. Yanmakta olan mumları görebiliyoruz. Genellikle kutsal ekmek olan nîyazı getirdikleri kesin. Ama kurban kesme bakımından durum biraz daha farklı. Bu gibi ziyaretlerde niyaz ve mum mutlaka var ama bir niyaz türü olan kurban zorunlu değil.
Köprüden karşıya geçiyoruz. Burası, Alan ve Demenan aşiretlerinin karşılıklı olarak yerleşmiş oldukları ünlü bölgedir. Nehrin batı kıyısında Demenan, doğu kıyısında ise Alan aşiretlerine ait köyler yer alıyor. Daha ileride Nazımiye yolunun ayrıldığı noktadan itibaren, doğu yakaya Arêzan köyleri sıralanmış. Heyderan bölgesi ise onların karşı tarafında, yani batı yakada ve Demenan köylerine göre daha kuzeyde kalıyor. Dersim’in ünlü Jêle ya da Zêle dağı nehrin aynı yakasında, Demenan ve Heyderan yerleşim alanlarının birleştikleri noktada gökyüzü ile buluşuyor.
Harçîge ile vedalaşarak sağa sapar sapmaz, başlayan ve yine alabildiğine zikzaklı dik yamaçlar, bizi Nazimiye’ye ulaştıracak olan yoldur. Bu 13 km. boyunca bir karış bile düz yer bulamazsınız. Ara sıra sağ tarafta güzünüze çıkan seyrek ama aynı zamanda hayli modern ve güzel evler, ne çevreyi kuşatan orman denizinin görüntüsünü bozabiliyor ne de yamaçların dikliğinde gedik açabiliyor.
Yokuşu bitirip Pulê Qula geçidine ulaştınız mı, Nazimiye ayağınızın altındadır artık. Gidiş yönüne doğru sol yanda Mızur Bava dağı yükseliyor. Yöreyi bilmeyenler, onu Pulur (Ovacık) yöresindeki ünlü Mızur Bava ile karıştırmasınlar. Anlaşılan Nazimiye çevresi halkı, çetin doğa koşulları ve ulaşım zorluğu nedeniyle gitmekte zorlandıkları Pulur (Ovacık)’taki asıl Mizur Bava’nın bir temsilcisini kendi yörelerinde yaratmışlar. Sağ ileride, birçok Dersimli ozan ve din adamı tarafından “ziyaretlerin başı” olarak nitelendirilen Bava Duzgı(n) ya da Koyê Duzgınî, o koca gövdesi ile adeta geçit vermez bir duvar gibi yükseliyor. Nazımiye’nin doğu tarafında, yani tam karşımızda, yeşil gövdesi ile Hamık Bava ya da Koyê Hamık Bavayî, Duzgin’e göre daha küçük ama onun kadar görkemli bir diğer dağdır.
Geçide varır varmaz, hemen sağ tarafınız mezarlıktır. Onun bitişiği ise karakol, yeni ve daha yakışan adıyla kalekol.
Ziyarete gideceğimize göre mum almamız gerekiyor. Bu nedenle Nazımiye’de bir dükkânın önünde duruyor ve mumlarımızı alır almaz yola devam ediyoruz. Kızılkilise’nin kuzeydoğusuna düşen bir kaç km. ilerideki Azgilêre köyünden gelen, Hamık Bava’nın batı yamaçlarını en derin noktasından geçen vadi boyunca ilerliyor ya da iniyoruz. Bu, bizi varmak istediğimiz yere götürürecek olan vadidir.
Hewşê Kurêşî’deyiz.
Ve sonunda, Hewşê Kurêşî (Kuresan Mekânı)’deyiz. Dersim’in en ünlü ocaklarından biridir burası. Efsaneye göre Selçuklu Sultanı Alaettin Keykubat ya da adamlarından biri, daha güneydeki Pêrre nehri kıyısında bulunan Çeleqas’ta, Kurrêş’i yanmakta olan fırına atıyor, 3 gün sonra açtığın da ise Kurêş ve yanındakiler sapasağlam çıkıyorlar. Bu keramet gösterisinden sonra ne istediği sorulduğunda, Zêve köyünün kendisine verilmesini istiyor Kurêşo Kurr ve bu isteği anında kabul ediliyor. Ermişin, ondan sonraki yaşamını bu köyde geçiriyor, orayı dini mekânı haline getiriyor. Ne var ki ölümün yaklaştığını hissettiği yaşlılık günlerinde, Dersim’den önceki mekânının bulunduğu Adıyaman’a geri gidiyor. Araplar Adıyaman’a Hısn-ı Mansur, Kürtler ise Semsûr derler. Bu nedenle de hem Dersim’de hem de Adıyaman’da Kureş’in evlatları var.
Kurêş ile Bamasûr’un Muxundiyedeki karşılaşmalarını anlatan bir figür
Çocukluk günlerinde de ailece burayı ziyaret etiğimi hatırlıyorum. O zaman ocağın başında bulunan pir Sey Bertal’dı. Sey Bertal, şu an Ocak işlerini yürütmekte olan Cafer ile büyüğü Haşim kardeşlerin dedesidir.
Sey Bertal, cemi ile ünlenmiş yöre pirlerinden biriydi. Dersim’de cem yapan kişiye “dewrêş/dewrês” de denilir. Sözcüğün doğru formu “derwêş”tir ama Dersim Kırmanccasında bu gruba giren bazı kelimelerde “r” ile “w” harfleri yer değiştirmiş, dolayısıyla da “derwêş” “dewrêş”e dönüşmüş.
Burayı tanıdığıma göre, zaman kaybetmeden Süleyman Ateş ile kameraman Hesen’den oluşan TV 10 ekibine, çekilmesi gereken yerler hakkında bilgi veriyorum. Diyelim ki evin yaklaşık 20 metre ilerisinde, altında çeşmesi ve büyükçe düz taş bulunan koca ağaç! Burası, kurban kesme yeridir. Biraz daha ileride şimdi artık ayakta olmayan kutsal Qewaxa Dêwezanû[2]‘nun koca gövdesinden arta kalan parçalar ki geçen yılki gezi notlarında onunla ilgili gerekli bilgileri verdiğim için burada sadece adından bahsetmekle yetinmek istiyorum. Yine aynı yerde genişçe bir alana yayılmış ve çoğu 1938 soykırımı sırasında yıkılmış ama bir kısmı hala ayakta kalabilen mezarlar, ilginç yerlerden biridir. Tarih ve geleneklerle ilgili bilgi edinmede rolleri var bunların.
Kurêş’in eşiğinde
Soldan sağa doğru: Sey Bertal’ın torunu Cafer, Süleyman Ateş, Pir Hasan Kılavuz, Munzur Çem, Dr. Gulistan
Binanın iç kısmını gezmeye başlıyoruz. Her odaya ayrı ayrı giriyor, bilgi edinmeye ya da bildiklerimizi tazelemeye çalışıyoruz. Özellikle de Pir Hasan Kılavuz, hayli ilgili gözüküyor, detaylara inen sorular soruyor. Benim için ise yabancı bir yer değil burası. Tabi TV 10’nun kamerası bir an bile bizden uzaklaşmıyor.
Bir Dersim Ocağında Kur’an!
Cem odasına geldiğimizde, bir an için çocukluk günlerime geri gidiyor ve bu kutsal mekânın o zamanki halini düşünüyorum. Şimdiki cem odası ile o zamanki oda arasında çok fark var. O zamanki oda sıradan bir Dersim odasıydı. Şimdiki ise daha küçük ama modern. Benim çocuk iken ziyaret ettiğim yıllarda bu Ocağın başında Sey Bertal vardı. Daha önce de değindiğim gibi, Sey Bertal sadece Kurêş Ocağı’nın başında bulunan kişi olarak değil, aynı zamanda cemi ile de ünlüydü.
O yıllarda, Ocağın o kadar çok ziyaretçisi vardı ki, ceme katılanlar koca odaya sığmıyor, dışarıda kalanlar oluyordu. Orada bulunanlara bu durumu anlatıyorum. Cem esnasında hep gür olması gereken ateşin karşısında Sey Berttal’ın tembur eşliğinde evliyalara yönelik seslenişi, yakarışı, kendinden geçişi ile yarattığı mistik etki, kimi izleyicilerin kendinden geçecek derecede konsantre oluşları, çok detaylı olmasa da gözlerimin önünde duruyor.
Sey Bertal ve Tamburu
Tam da cem odasında iken söz dönüp dolaşıyor ve temsili Kurêş mezarının bulunduğu yan odadaki Kur’ana geliyor. Doğrusu, benim için tam bir sürpriz bu. Çünkü bu güne kadar herhangi bir Dersim Alevi ocağında Müslümanların bu kutsal kitabına rastlamış değilim. Daha doğrusu, ölü gömme eylemi dışında, Dersimlilerin yaşantısında Kur’an’a rastlamak olası değil. Yine Dersim Alevilerinin dualarında da onun adına rastlanmaz. Hal böyle iken, Kureş Ocağının en kutsal noktasında neden ona yer verilmiş, anlamakta zorlanıyoruz.
Hewşê Kurêşî bê çila nêbeno (Kurêş Ocağı, çırasız olmaz)
Bu konuyu ilk açan Gulistan oluyor ve aklımızdaki soruyu soruyor. Sey Bertal’ın torunu Cafer buna yanıt vermeye çalışıyor ama söylenenler bizim açımızdan pek de ikna edici değil.
Sonra sözü ben alıyorum ve “Bava Cafer, küçüklüğümde buraya gelmiş, görmüş biriyim. Büyük odada yanan ateşin karşısına oturan deden cem yapıyor, kadınlı-erkekli ziyaretçiler onu dinliyor, adeta Kurêş ile bütünleşiyorlardı. Ceme getirilen niyazın etrafında ise mumlardan zarif alevler yükselmekteydi. O zaman ne kapının üstünde Zülfükar vardı, ne Hz. Ali ile öteki imamların portreleri, ne Hacı Bektaşi Veli, ne de Kur’an. Oysa şimdi bütün bunlar, neredeyse bu ocağın da değişmez demirbaşları arasındalar. Aleviler arasında 12 İmamlara duyulan sevgi elbet önemlidir ama dün ile bu gün tartışıldığında, İslami figürlerin abartılı bir biçimde öne çıkartıldığı da bir gerçektir. Gerçi, Hewşê Kurêşî (Kurêş Ocağı)’de, Kurêş ile Bamasûr’un karşılaşmalarını sembolize eden bir figür var ama bu yukarıda değindiğimiz İslam’a doğru abartılı kayma gerçeğini gözden uzak tutmaya yetmiyor.
Bütün bunları, yeri geldikçe kendi aramızda tartışıyoruz. Ocağın eski ve yeni hali ile ilgili olarak yukarıda değindiğim noktalara, ocakzadeler de dahil kimseden itiraz gelmiyor. Anlaşılan hepimiz bu konuda hemfikiriz.
Bir Kırklar Cemi
Yine Cem odasında sohbetimiz devam ederken, burada gerçekleştirilen 40’lar Cemi de gündemimize giriyor. 1970’lere kadar, aralarında dervişlik yapanlarında bulunduğu Kurêşan mensubu bazı pirlerin kış ortasında Bava Duzgı’nin zirvesine gidip belli bir süre orada kaldıklarını biliyorum. Kürt dilinin Kurmancca lehçesine mevsimin bu en zorlu dönemine “Çele”, Kurmancca lehçesinde ise “Çele” ya da “Çıle” denir. Çel ya da çıl Türkçede 40 demektir.
Efsaneye göre Kurêş’in oğlu Bava Duzgı(n), kış gelince ev hayvanlarını Zargovit yöresinde bulunan kışlık barınağa götürürmüş. Yine böyle bir kış mevsiminde, aradan günler geçmesine rağmen oğlundan haber alamayan Kurêş, durumu merak etmiş ve “Gidip bir bakayım, bizim delikanlı nasıl, ne yapıyor” diyerek yola koyulmuş. Gide-gide sonunda Duzgin’ı, yanında hayvanlar olduğu halde, şimdi onun adı ile anılan dağın karlı yamaçlarında bulmuş. Üstelik bir de bakmış ki oğlu Duzgi, elindeki çubukla meşe dallarına dokunuyor, dokunur dokunmaz da meşe yeşeriyor, hayvanlar yapraklarını yedikten sonra, sıra yenisine geliyor.
O an, keçilerden birinin hapşırık ile irkildiğini gören Duzgi ise “Ne oldu mübarek, Kurêşo Kurr mu ilişti gözüne?” diye söylenmiş.
Hem bunları söylemiş hem de dönüp arkaya bakmış ve bakar bakmaz da babası ile yüz yüze gelmiş. Babasını adı ile anmaktan dolayı çok utanmış, koşar adım uzaklaşarak Duzgi(n) dağının zirvesindeki mağaraya atmış kendini. Orada 40 gün ibadet ettikten sonra ise sır olmuş.
İşte bu nedenle, Kurêşanlı pir ve dervişler için Duzgi Bava dağının tepesindeki bu mağaraya kış aylarında gidip ibadet etmek, ibadetin en zor ama en kutsalı sayılır. O günden sonra, Kurêş’in evlatları olan kimi pir, rehber ve dervişler, bu geleneği sürdürebilmek için çaba harcamaktalar.
Ne var ki Duzgı Dağı’nın zirvesindeki mağarada 40 gün kalmak kolay değil. İnsan vücudu, 40 gün o koşullara kolay kolay tahammül edemez. Bu yüzden, içlerinden bir kısmı bir süre için zirveye çıksa da orada uzun süre kalamıyor, Dewa Kurêşan’a dönüyor. Yani asıl toplanma ve cem bağlama yeri Dewa Kurêşan’daki Kurêş mekân oluyor. Kışın ortasında yapılan ve teorik olarak 40 günlük süreyi kapsayan bu Ceme “Cemê Çewresû”/ Cemê Çelan” ya da Cemê Qilxeran (Kırklar Cemi) denilir. Yeri gelmişken bunun içeriği, Bektaşiler tarafından anlatılan ve Mihraç’a çıkmakta olan İslam peygamberi Hz. Muhammet’in yolda katıldığı söylenen 40’lar Cemi ile ilgisi yok.
Bava Cefer, bize bu cemden bahsederken, kış olmasına rağmen, çok uzaklardan, Erzincan-Sivas taraflarından bile pirlerin gelip katıldıklarını söylüyor, “Ünlü dini ozan Aşık Davut Sulari de bunlardan biriydi”, diyor.
1938’den Günümüze
Dışarıya çıktığımızda yan taraftaki mezarlığa yöneliyoruz. Hala ayakta olanlar var ama çoğu yıkılmış. Neden ve ne zaman tahrip edilmiş bu mezarlık? Bu soruyu yönelttiğim kişiler, bu işin 1938 yılında köye gelen askeri birlikler tarafından yapıldığını söylediler. Genellikle yaptığım gibi mezarlara dikkatle bakıyorum. Üzerinde değişik motifler var. Güneş, ay, süvari adam, kılıç, tüfek, tabanca, çekiç, koç, çiçek vb.
Ayakta kalmayı başaran bir mezar taşı
Koç şeklinde bir mezar taşı, kopartılmış baş kısmi karın altında yerde
Mezarlıktan ayrıldıktan sonra bir ağacın gölgesindeki büyükçe bir masanın etrafına diziliyoruz. Dini, politik ve güncel konuları kapsayan sohbetimiz devam ediyor. Derken söz dönüp dolaşıyor ve 1980 darbesinden sonraki döneme ama özellikle de 1990’ların karanlık günlerine geliyor. Yaşı 40 civarında gösteren o köyün halkından biri, 1990’larda başlarından geçenleri peş peşe sıralamaya başlıyor. Aslında bildiğimiz şeyler ama yine de onu dinledikçe tüylerimiz diken diken oluyor.
“Biz ne çektik biliyor musunuz? Başımıza gelenleri anlatsak, çoğu kimse inanmaz, ‘bu kadarı da olmaz’ der ama oldu. Mezarlarımız, önce 1938’de, sonra 1990’larda yağmalandı, tahrip edildi. Öyle günler geldi ki un, ekmek, şeker alamaz olduk. Kibrit satın almamız yasaklandı. Teyp ya da radyolarımıza koymak için pil satın alamaz olduk. Bir kilo un, bir bateri, bir ekmek, dayak, küfür ve işkence nedeniydi. Bir yarım ekmek bile ambargoyu delmek olarak nitelendirildi ve başımıza belalar açtı.
Bu inancı, bu kültürü yaşatmamız gerekir. Özellikle de Avrupa’da yaşayan sizlere büyük görevler düşüyor. Birlik olmalıyız, el ele mücadele etmeliyiz.”
Köy halkından bir diğeri söz alıyor, kendisinden önceki komşusu gibi dayanışmadan bahsediyor, sonra ise sözü köyün yoluna getiriyor. 5 Km.lik yolun çok bozuk olduğunu ve bir türlü yapılmadığını söylüyor, bunun için de yardım talep ediyor.
Tahrip edilmiş mezarlar
Orta yaşlardaki adam bunları söylerken bir ara gözleri doluyor ve utancından yüzünü öteki yana çeviriyor. Aslında onunla birlikte hepimiz acı çekiyor, ağlıyoruz ama gözlerimizden yaş akıtarak değil, içimizde yapıyoruz bunu. Gözyaşlarını yüreğimize akıtarak isyan duygularımızı besliyoruz.
Açıktır ki ondan dinlediklerimiz, sadece bir karanlık dönemin baskıları değil, yüz yılardır süregelen Türk devlet geleneğinin sıradan bir kesitidir. Bu, aynı zamanda Dersim’deki Alevi Ocaklarında giderek artan İslami etkinin de nedenlerinden birini açıklığa kavuşturuyor. Bu halkın 1938’leri, 1980 ve 1990’ları yaşamasının nedeni, onun etnik, inançsal ve kültürel kimliği ile resmi çerçeveye sığmaması, “Türk-İslam” ile uyuşmamasıdır. Sınırsız zulüm ise ister istemez, bazı alanlarda kimliksel sapmalara yol açabiliyor. İnsanların, başları belaya girmesin diye zaman-zaman kendilerini resmi çerçeveye yakın ya da onun içerisinde göstermeyi bir çare olarak düşünmeleri mümkündür.
Sey Bertal’ın torunlarından solda Bava Cafer, sağda ise Bava Haşim. Ortadaki ise Munzur Çem
Tam ben bunları düşünürken, TV 10’un kamerası, masanın öteki tarafında bulunan bir grup kadına dönüyor. Kadınlar, Hewşê Kurêş’î (Kurêş Ocağının) hizmetlerini yürütmekte olan ailenin bireyleridir. Anlayabildiğim kadarıyla çoğu, başka yerlerde yaşıyor. Burada bulunmaları, yaz tatili nedeniyledir. Onlar, buradaki yaşantıları ve Ocak işleri hakkında bilgi verirken biz de dikkatle dinliyoruz. Konuşmaları daha yerel, daha sade, kendi gelenek ve törelerine daha uygundur. Ayrıca dilleri de erkeklerinki gibi sık sık Türkçeye kaymıyor, hayli berrak bir Kırmancca ile konuşuyorlar.
Yeniden Kızılkilise (Nazımiye)’deyiz
Öğleden sonra Nazımiye’de düzenlenen bir panel var ve konuşmacılardan biri de Pir Hasan Kılavuz. Süleyman Ateş, köy halkı ile yapılan sohbeti uzattıkça uzatıyor, dolayısıyla de panele yetişebilmek için acele ile kalkmak zorunda kalıyoruz. Bu da buraya gelmeden önce gerçekleştirmeyi düşündüğümüz programın eksik kalmasına neden oluyor. Kureş ile ilgili efsaneler; diyelim ki O’nun, Selçuklu Sultanı tarafından fırına atılışı, Bamasûr ve Kalmemê Sirî ile karşılaşmaları, bu efsaneler ile Kürdistan’ın farklı yörelerinde rastlanılan efsaneler arasında benzer noktalar hakkında konuşma fırsatımız olmuyor. Gerçi, Sey Bertal’ın torunu ocakzade Haşim, Kurêş ile Alaettin Keykubat arasındaki efsaneyi özetliyor ama kanımca bu konu daha geniş irdelenebilseydi, daha iyi olurdu. Bunu gerçekleştirememiş olmamız, kanımca programımız bakımından bir eksiklikti.
Nazımiye benim ortaokulu okuduğum ilçe. İşsizliğin çok olduğu yerlerde kahve sayısı da çok olur. Dersim’in öteki ilçeleri gibi Nazımiye de bu yönden hayli zengin gözüküyor. Tıpkı 1960-70’lerdeki gibi. Sağda solda göze çarpan ve aynı zamanda açık hava kahvehaneleri olan parklar, ilçenin monoton görünümüne biraz renk katıyor.
O gün orada, son dönemde her yıl yapılan geleneksel kültür festivali devam ediyor. Bu yüzden de meydan oldukça kalabalık. Eskiden Kaymakamlık, şimdi ise Belediye binası olan binanın önünde iğne atsan yere düşmez. Zaten panel de burada yapılacak. Kalabalığa dalarken, ister istemez eski tanıdıklarla da yüz yüze geliyoruz ve doğal olarak kısa süren trajik hasret giderme sahneleri birbirini izliyor.
Bava Duzgı(n) Yolundayız
Bir de bakıyoruz ki panelin başlama saatine daha epeyce zaman var. Boşuna telaşlanıp acele etmişiz. Bu da, Duzgı(n) Bava’ya kadar uzanıp gelme fikrinin doğmasına neden oluyor aklımızda. Konuyu, Hasan Kılavuz ile eşi Aysel’e açıyorum, yorulduklarını ve o nedenle de ilçede kalmak istediklerini söylüyorlar. Bunun üzerinde panelde görüşmek üzere Gulîstan ve İbrahim ile birlikte yola çıkıyoruz. Duzgın Bava Kızıl Kilise (Nazımiye)’ye uzak sayılmaz. Topu topu 10-15 dakikalık bir yol. Vadiden aşağıya doğru ilerlerken, araç sayısında alışılmışın dışında göze çarpan artış hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Yaz aylarında, Dersim’in dışında yaşayan Dersimliler başta olmak üzere, çok sayıda turist buraya akın ediyor. Kimi meraktan, kimi ise Dersim’deki en ünlü ya da en ünlülerden biri olan Bava Duzgı’nın kutsal mekânını görmek ve “toprağına yüz sürmek” için… Tıpkı babası Kurêş’in mekânı gibi Bava Duzgı’nınki de bana yabancı değil. Hatta daha iyi bildiğim bir yer. O, çocukluk yıllarımı geçirdiğim topraklarda en çok seslenilen, yardım istenilen ve ziyaret edilen kutsallardan biriydi.
Efsaneler, Kırmancîye’yi dış saldırılara karşı koruma görevini de, Dersim’in doğusunda ona, batısında ise Tujik Bava’ya vermiştiler. O nedenle de bu her iki evliya zaman zaman toplarını ateşler, kötülük peşindeki düşman üzerine bir ateş topundan oluşan mermilerini yollarlardı.
Dersim cemlerinde, en fazla anılan isimlerden biri yine Bava Duzgı’dan başkası değildi. Çocukluk ve gençlik yıllarımda ailece onu defalarca ziyaret etmiş, kayalarla örtülü zirvesine çıkmış ve gecelemişiz. Annem ve babam dahil insanların bu ziyaretler sırasında, Bava Duzgı(n) evliyasına nasıl içten ve inanarak seslendiklerini, ona bağlılıklarını nasıl dile getirdiklerini, kendilerini kötülüklerden koruması için yardım istediklerini, bu günkü gibi hatırlıyorum. Mum yakma, kurban kesme ve niyaz dağıtma gibi ibadet eylemleri de dün yaşanmış gibi gözlerimin önünde duruyor.
Üzerinde bulunduğumuz yol, aslında Nazımiye’yi “Tunceli” il merkezine bağlayan iki yoldan biridir. Kalmem köyünü geride bıraktıktan sonra ondan sapıyor ve dağın yamaçlarını izleyerek Cemhaneye doğru ilerliyoruz. Ana yoldan ayrılır ayrılmaz, yol birden bozuluyor, çukurlarla dolu, bol tozlu ve zikzaklı bir hal alıyor. Neyse ki Cemhane fazla uzak sayılmaz. Oraya varırken yüz yüze geldiğimiz ilk ilginç şey “Düzgün Baba Cemevi” levhası oluyor. Yani sadece “Cemxane” (Türkçe alfabe ile Cemhane) “Cemevi”ne dönüşmemiş, ünlü ziyaretin adı da orijinalinden kopartılıp Türkçeleştirilmiş ve dolayısıyla de “Bava Duzgı(n)”, “Düzgün Baba”ya dönüşmüş. Levhayı geçer geçmez, küçümsenemeyecek bir kalabalığın içerisinde buluyoruz kendimizi. Burası “Cemevi” binasının önü. Ziyarete geldiğimize göre ilik yapmak istediğimiz şey mum yakmak oluyor ve beklemeden yapıyoruz bunu.
Sağ yanda, önünde kalabalık bir grubun biriktiği çeşme, sol yanda ise binanın kendisi. Biz ilk elde binaya gidiyoruz. Türk ve Arap kültürünün istilası burada da göze çarpıyor. Duvarlarda, yeşil giysiler içerisinde Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve öteki imamlara ait portreler asılı. Bütün yazılar Türkçe ile yazılmış. Yukarıda da değindiğim gibi, çocukluğumda defalarca ziyaret ettiğim ve Kırmanccadan başka her hangi bir dilin konuşulmadığı bu ziyarette, kendi dilimize ait tek bir sözcüğün bile yazılışına rastlayamıyoruz. Bu durum, yüreğimi öylesine büyük bir acı ile yakıyor ki kelimelerle anlatabilmek hiç de kolay değil. Kendisi de Kızılkilise’li olan Îvrayîmo Heçik ile Sey Bertal ve daha nice derwêş (dewrês) ve pir, çok değil, kendilerinden bir-iki nesil sonra, Bava Duzgın’ın makamında, onun diline neredeyse kilit vurulduğunu görselerdi ne yaparlardı acaba? Eminim ki bu onlar için gerçek bir yıkım olacaktı. Böylesine bir yozlaşmayı görmeden öldükleri için çok şanslı görüyorum kendilerini.
Duvarlara baka baka Cem salonunun kapısına geldiğimizde duraksıyoruz. Kısa bir tereddütten sonra ise girmemeye karar veriyoruz. Nedeni, kadın ve erkeklerden oluşan birçok kişinin yere uzanıp uykuya dalmış olmaları ya da bunu yapmaya çalışmalarıdır. Bava Duzgın’ı ziyarete gelen insanların gördükleri rüya ya da rüyalar, onların yaşamında özel bir yere sahiptir. Çünkü insanlar bu rüyaların gerçekleşeceğine inanırlar.
Binadan dışarıya çıktığımızda, İbrahim ile görevlilerden olduğu anlaşılan orta yaşlı bir adam hayli samimi tarzda konuşuyorlar. Adam laf arasında “Geç geldiniz, yemek yok, kalmadı”, diyor. İbrahim ise, “Bir şey olmaz, çok aç değiliz”, karşılığını veriyor.
Adamın bahsettiği yemek ziyarete gelenlerin getirdiği kurban etiyle pişirilen yemektir. İstisnalar bir yana, Dersim’de kural olarak kurban sabahleyin güneş doğarken, ona bakılarak kesilir. Bu şekilde kesilen kurbanların etleri öğlen yemeğine yetişmek üzere pişirilir ve orada bulunanlara ikram edilir. Yaz aylarında, bu iş yoksullara karınlarını doyurma olanağı da sağlıyor ki tam da Dersimlilerin Bava Duzgı ile ilgili algılarına uygun bir durum.
Cemhane’den çıkarken yaklaşık 20-30 metre ileride, çeşmenin hemen üst kısmında elinde sazı ile bir adamın oturmakta olduğunu görüyoruz. Bir şeyler söylediği belli ama gürültü kendisini duymamıza engel oluyor. Ona doğru gidince önce çeşmeye uğruyoruz ve beklemediğimiz bir sürprizle karşılaşıyoruz. Çeşmede Kırmancca yazılı bir kaç satır var. Müthiş keyif verici tabi. “Hona omid esto” (Hala umut var) diyorum içimden. Çeşme duvarına yazılı satırlar şöyle:
Hona Omid esto (Hala Umut var)
Biraz daha yaklaşınca elinde temburu, Duzgı’ya seslenen yaşlı adamı hatırlıyorum. Geçtiğimiz yıl, Munzur Doğa ve Kültür Festivali sırasında Mamekîye’de görmüştüm kendisini. Gola Çetu Parkında cem yapan pirlerden biriydi. Beklemeden yanına gidiyoruz. Etrafında bulunanların sayısı 10’u geçmiyor. Ancak TV 10 kameramanı çekim yapıyor, bir elini yitirmiş olan “Teberik” programının yapımcısı Alişeker ise mikrofonu tutuyor. Cem bağlamış olan derweş (dewrês)’in kimse ile ilgilendiği yok. Gerçek bir cemde imiş gibi çalıp söylüyor. Tabi en önemlisi de kendi ana dilinden yani Kırmancca olarak söylemesidir.
İster Kırmancca olsun ister Kurmancca, Kürt Alevi cemlerinde kullanılan dil, çok sade, rahat anlaşılır bir köylü dilidir. Yürekten geçen ne ise dil onu söyler. Sözlü olan bu metinler, felsefi derinlik bakımından çok zayıflar. Kapsadıkları alan, derwêşlerin kendi yakın çerçevesi ile sınırlıdır. Örneğin, Dersimlilerin cemleri, asıl olarak Dersim denilen bölge ile çerçevelenmiştir. Ana tema, bu yörenin kutsalları olan evliyalara ya da ziyaretlere seslenme, yalvarma ve onlarla diyalog kurmadır. Ancak bundan, ibadette bölge sınırları dışına hiç çıkılmadığı anlamı da çıkartılmamalıdır. Güneş ve Xizir (Hızır) Alevi Kürtlerin ritüellerinde Tanrı ile birlikte en fazla yer alan iki kutsaldır. Dersim Kırmanccasında “Heq”(Hak) ya da “Olî”, Kurmanccasında ise yine “Heq” veya “Xwedê” olan Tanrı, baş kutsal olarak çokça anılır. Hz. Muhammet, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin, ikinci derecede seslenilen bölge dışı kutsal varlıklardır.
Bava Duzgı yamaçlarında ibadet gösterişsiz ve sadedir
Pîr bir süre sonra cemi bitiriyor ve biz de yanından ayrılıyoruz. Tam ayrılırken de Duzgi Bava dağının yamaçlarına yayılmış, zirveye doğru tırmanan onlarca kişi Gulîstan’nın dikkatini çekiyor ve bununla ilgili olarak sorduğu soruya yanıtı İbrahim veriyor: “Dağın tepesine gidiyorlar. Asıl ziyaret orada, onu görmeye gidiyorlar”, diyor.
Ben ise gülümseyerek “Malê Duzginî yo” (Duzgın’ın Keçileridir) diyorum. Diyorum ama aslında kendilerini gıpta ile izlemiyorum desem yalan olur. Onlarla birlikte tırmanarak zirveye çıkmayı çok istememe rağmen yapamıyorum. Bir süredir çektiğim diz ağrısı bunu yapmama izin vermiyor.
Komşu Köylü 12 Eylülzade Bir Dost İle
Geri dönme anı yaklaşıyor. Aramızda bunu konuşurken de İbrahim birini işaret ediyor ve tanıyıp tanımadığımı soruyor. Dikkatle bakıyorum ama tanıyamıyorum. Tabi biz kendisi ile ilgili konuşurken, onun bizden haberi yok. “Poxos’lu Alî Xidir (Hıdır’ın oğlu Cefer” diyor. “Deme!” diyorum ve “Sen dur, önce ben konuşayım kendisiyle”, diye ekliyorum.
Yanına sokulup koluna hafifçe dokunuyorum, bana doğru dönünce de “De hala mi de nîyade, to ke zona ez kam ûne” (Bana bak ve bil bakalım ben kimim) diyorum. Adamcağız bakıyor ama çıkartamıyor. Fazla bekletmiyor ve tanıtıyorum kendimi. Adam sevinçle boynuma sarılıyor ve bir çocuk gibi ağlamaya başlıyor. Bu yakınlık, benimle onun arasındaki kişisel dostluktan ileri gelmiyor. Tersine ikimiz çok az karşılaşmışız. Yakınlık, ailelerimiz arasındaki dostluk bağının bir yansımasıdır. Poxosê Kemû mezrası, doğup büyüdüğüm köye komşudur. Oranın halkı ile hep dar gün dostu olarak yaşadık. Zaman zaman da evlilikler yoluyla aramızda akrabalık ilişkisi meydana geldi. Babası Ali Xidir (Hıdır), sempatik, çalışkan ve göz açıklığı ile tanınan biriydi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra ilk boşaltılan yerleşim birimlerinden biri Poxos oldu. Ne var ki aile olarak onlar bunu kabul etmediler, direndiler. Bu direniş ise kendilerine çok pahallıya mal oldu. O an karşımda duran ve tabi o zaman genç olan adam sınırsız denilebilecek işkenceye maruz kaldı. Sonunda ise Nazımiye ilçe merkezinin yanı başındaki Azgilêrê köyünde ikamet etmeye mecbur bırakıldı. Sordum, şu an hala da oradaymış.
Hoş-beş devam ederken, ısrarla evine gidip konuk olmamızı istiyor ama o gün bunu yapabilme şansına sahip değiliz. Arkadaşlarımız ilçe merkezinde bizi bekliyorlar, birlikte yapmamız gereken şeyler var. Zar-zor kendisini ikna ettikten sonra aracımıza biniyor ve Nazımiye’ye doğru hareket ediyoruz.
Kendim yola çıkıyorum ama aklım hala geride. Benim bildiğim 40-50 yıl önceki Bava Duzgı ile bu günkü Bava Duzgı birbirlerine pek benzemiyorlar. Dersimde inancın özünden uzaklaşma, çıkarcılık ve daha başka nedenlerden kaynaklanan tahribat ileri boyutlarda seyrediyor. Gezi notlarının sonunda bu konuya yeniden döneceğim, şimdilik bu kadar.
Malatyalı Mısır Satıcısı Çocuk
Oraya ulaşıp daha önce bahsini ettiğim kalabalığa karışmamız fazla sürmüyor. Çocuk-genç-yaşlı ve kadınlı-erkekli cıvıl cıvıl, rengarenk bir alanda olmanın zevkini bir çok yönden tadıyoruz. Sanki gül-çiçeğe bürünmüş bir bahçedeyiz.
Kızılkilise (Nazımiye)’deki panelden bir görüntü
Bir ara kaynatılmış mısır dolu tepsiyi omzunun hizasında tutmakta olan bir çocuk yanımıza sokuluyor, “Mısır var abiler ablalar, taze mısır”, diyor. Dikkatle bakıyoruz; 9-10 yaşlarında, pırıl-pırıl bir çocuk. Özellikle Gulîstan, ondan mısır almakta ısrarlı davranıyor. Almaya alacağız ama biz de bozuk para yok, o da yirmiliği bozamıyor. Çare bulamayınca “Mısırları alın, parasını sonra veririsiniz”, diyor.
“Peki, seni nasıl bulacağız?”
“Buralardayım, bir yere gitmem”, diye yanıt veriyor bu kez.
“Ya bulamazsak!”
“Canınız sağ olsun.”
Mısırdan iki tane alırken, nereli olduğunu soruyoruz; “Malatya. Malatya’dan geldik”, diyor. “Geldik” dediğine göre ailesinden başkaları da burada olmalı.
Derken Panel başlıyor.
Panelistler Pir Hasan Kılavuz ile BDP Dersim İl Başkanı Engin Doğru. Şu an adını hatırlayamadığım 3. Panelistin gelemediği anons ediliyor.
Harçîge (Harçîk) kıyısı
Hayli canlı geçen panelden sonra hiç beklemeden Mamekîye’ye doğru yola çıkıyoruz. Kutu Dere’ye ulaşınca akşam yemeği için Harçîge’nin kıyısında bir masanın etrafına diziliyoruz. 8 kişiyiz ve 8 kavurma siparişi veriyoruz. Kavurması hayli lezzetlidir Dersim’in. Uğrayanlara hararetle tavsiye olunur.
[1] Dersim Kırmanccasında “Ocak” terimi çok ender kullanılır. Bu, onun dilimize sonradan girdiğine ilişkin bir gösterge olarak kabul edilebilir. Dersim’de, “Ocak” yerine kullanılan asıl terim “Hewş”tir. “Hewşê Kurêşî”, “Hewşê Bamasûrî”, “Hewşê Axuçanî” vs. “Hewş”, “ocak” ya da “mekan” anlamına gelir. Yeri gelmişken Kırmanccada aynı anlamda “mekan” teriminin kullanıldığını da belirteyim.
[2] Hakkında efsane bulunan kutsal kavak ağacı.