zazaki.net
26 Nîsane 2024 Îne

Îsmaîl Beşîkçî / Nuştox

“Kimlik Siyaseti”

02 Adare 2013 Şeme 07:54

 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sık sık, “kimlik siyaseti”nden söz etmektedir. “CHP kimlik siyasetine karşıdır” demektedir. Kürdler, Kürdlerden, Kürdçe’den söz ettikleri zaman, Kürd halkıyla, Kürd toplumuyla ilgili kolektif haklar dile getirdikleri zaman “kimlik siyaseti”ne karşıyız diye açıklamalar yapmaktadır. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 15 Şubat 2013’de yaptığı bir açıklamada da “anadilde eğitim toplumu böler” demektedir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerini, Kürd kimliğini gizleme ve reddetme siyaseti olarak algılamak ve değerlendirmek gerekir. Aslında bunu kimlik siyaseti kavramıyla değil, yaranma siyaseti kavramıyla değerlendirmek daha doğrudur.

Dersim’li bir Kürd olduğu, Zaza Kürdü olduğu kamuoyu tarafından yakından bilinmektedir. Ama Kemal Bey, Türkmen olduğunu, Horasan’dan geldiklerini ileri sürmektedir. Bu, kendi kimliğini gizleme, kendi özüne yabancılaşma, özünden kopma, kendi özünü aşağılama siyasetidir. Bunu kısaca, egemen güçlere yaranma siyaseti olarak değerlendirmek gerekir.

1937-38 Dersim soykırımında Nazımiye’de oturan ailesinden çok büyük kayıplar olduğu da vurgulanmaktadır.

Bu durumu, Barış ve Demokrasi Partisi Muş Milletvekili Sırrı Sakık çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Sırrı Sakık, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “anadil ülkeyi böler” açıklamasından sonra, şöyle söylemektedir: “Kemal Bey de Kürd’tür. ‘Anadilde eğitim ülkeyi böler’ diyor. Beyazlara mesaj vermek istiyor. Ama elini uzattığında o siyah derisi gözüküyor. Çünkü o da bir zenci…” (Taraf, 18 Şubat, 2013)

Kürd kimliğini gizleme, özünden kopma, özüne yabancılaşma denildiği zaman, Mehmet Bayrak’ın, Elif Sonzamancı’ya verdiği röportaja bir defa daha göz atmak gerekir. Burada Mehmet Bayrak Hoca, “Horasan’dan geldik” anlayışına tarihsel bir anlatıyla açıklık getirmektedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin Aygün, Kamer Genç gibi Dersim milletvekillerinin, “Kürd değiliz, Horasan’dan geldik” anlayışı, bu röportajda değerlendirilmektedir. (www.kurdinfo.com, 08.12.2012)

Kimlik söz konusu edildiği zaman, Kürd kimliğinin gündeme getirildiği açıktır. Ama bu, çoğu zaman açık bir şekilde ifade edilmemektedir. Bu çerçevede üç yazının daha değerlendirilmesi önemlidir.

Mehmet Baransu, 31 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Desimli Karadayı” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, 1994-1998 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan, Em. Org. İsmail Hakkı Karadayı’nın Dersimli olduğu vurgulanmaktadır. Bu açıklamaya kadar, İsmail Hakkı Karadayı’nın Çankırılı olduğu, bir Türk olduğu vurgulanırdı. Mehmet Baransu, bu yazısında, İsmail Hakkı Karadayı’nın ailesinin, 1930’ların başında, Dersim, Pülümür’deki bir direniş sonunda, Dersim’den Çankırı’ya sürgün edildiğini vurgulamaktadır.

Kişi olarak bu yazının, Kürd kimliği algılamalarına açıklık getirdiği için, çok değerli olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Baransu- Şenol Kaluç

Mehmet Baransu’nun bu yazısını, Şenol Kaluç eleştirdi. Şenol Kaluç, 26 Ocak 2013 tarihli Taraf Gazetesi’nde, “Baransu’nun Anlamak İstemediği” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, Şenol Kaluç, Baransu’yu, İsmail Hakkı Karadayı’nın, Alevi kimliğini gizlemekle eleştiriyordu. Mehmet Baransu, 28 Ocak 2013 tarihli Taraf’ta yayımlanan, “Dersimli Karadayı (2)” başlıklı yazısında, Alevi kimliğinin gizlenmesi diye bir durumun olmadığını açıklıyordu.

Aslında her iki yazarın da, gizledikleri, gizlemeye özen gösterdikleri, Dersim’in, Karadayı’nın Kürd kimliğidir. Alevi kimliğinin gizlenmesi diye bir durum söz konusu değildir.

Bu noktada, İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk milleti odak noktasında, yeniden organize etmek düşüncesini, tasarımını hatırlamak gerekir. Adriyatik Denizi’nden, Orta Asya içlerine, hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak, ama bu imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı.

Böyle bir tasarımı gerçekleştirmek için, Rumlar sürgün edilecek, Ermeniler, tehcir adı altında tamamen yok edileceklerdi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar, Müslüman Türk eşrafın denetimine verilecek, böylece, Osmanlı ekonomisi millileştirilmiş olacaktı.

Yine bu tasarım çerçevesinde, Kürdler Türklüğe, Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edileceklerdi. Böylece İmparatorluk içinde yaşayan herkes Türk olacak veya Türkleşmiş olacaktı. Müslümanlık, Türk olmanın çok önemli bir koşuluydu.

İttihatçılar, Rumlarla ve Ermenilerle ilgili sorunları Birinci Dünya Savaşı sırasında hallettiler. Savaş başlar başlamaz, Karadeniz havalisindeki Rumların-Pontusların, Kapodokya’daki Rumların, Ege’deki Rumların sürgünü başladı. 1915 baharında, 3-4 ay gibi kısa bir süre içinde, bir milyondan fazla Ermeni tehcirle soykırıma uğratıldı.

Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, şüphesiz, İttihat ve Terakki döneminde başlatılmıştı. Ama gerek İttihatçılar gerek Kemalistler Ermenilerle ve Rumlarla olan sorunların hallinde Kürtlerin de yardımına ihtiyaç duydular. Yakındoğu İşleri ile İlgili Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı uluslararası bir anlaşmayla garanti altına alındıktan sonra Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu da sistematik olarak başlamış oldu. Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimilasyonu da öyle.

Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonları beraber yürüyen bir süreç. Dersim’de iki sürecin de birlikte başlatıldığı görülüyor.

Dersimlilerin önemli bir kısmı 1937-38 soykırımının Alevi kimliğini yok etmek için yapıldığını vurguluyorlar. Kimlik söz konusu olunca “Aleviyiz” diyorlar, Kürdlükten hiç söz etmiyorlar. Ayrı bir etniymiş gibi “Kürd değil Zazayız” diyorlar. Hâlbuki Dersimliler de Zazaki konuşan Kürdlerdir. Bu konuda Malmisanıj’ın, Munzur Çem’in, Roşan Lezgin’in yazıları, görüşleri elbette çok değerlidir. Vate yayıncılık, www.zazaki.net de öyle…

Aleviler sadece Dersim’de mi yaşıyor? Türkiye’de çok yerde Aleviler yaşıyor. Neden sadece Dersim’deki Alevilere soykırım yapılıyor? Bu elbette Kürdlükle ilgili bir durum. Kürdlerin asimilasyonu ile ilgili bir durum. Yazarların Aleviliğe vurgu yaparken Kürdlüğü göz ardı etmeleri ve buna özen göstermeleri dikkatlerden kaçmamaktadır.

Ayrıca soykırımdan sonra geriye kalan Dersimlilerin bir kısmı da Türkiye’nin orta ve batı yörelerine sürgün edildiler. Çorum, Balıkesir, Manisa gibi yörelerde de Aleviler yaşıyorlar. Temel sorun Alevilik olsa Aleviler, Alevilerin yaşadığı bölgelere sürgün edilir mi? Hâlbuki sürgünlerin esas amacı da Kürdlerin Türklüğe asimilasyonuydu. Sürgünler asimilasyon için elverişli bir ortam yaratıyor.

Mehmet Ali Birand, Toktamış Ateş

Kimlik siyaseti söz konusu olduğu zaman gazeteci Mehmet Ali Birand ve Prof. Dr. Toktamış Ateş’ten de söz etmek gerekir kanısındayım.

Gazeteci Mehmet Ali Birand 17 Ocak 2013’te vefat etti. Arkasından üzüntü bildiren, övgü bildiren pek çok yazı yayımlandı. Burada çok daha değişik bir yazı yazma gereğini hissediyorum. Şöyle:

1996 kışında Kerboran’da 11 Kürt köylüsü, arabaları içinde yakılarak katledilmişlerdi. Bu Kürt köylülerden bir kısmı korucuydu.

Bu olay haber olarak basına yansımıştı. Televizyonlarda ve radyolarda sunucular, gazetelerde köşe yazarları olay üzerine yorumlar yapıyorlardı. PKK suçlanıyordu.

Bu katliamdan birkaç gün sonra, Mehmet Ali Birand da, bu katliamı kimlerin, hangi grubun gerçekleştirmiş olabileceği konusunda bir yorum yayımlamıştı. Mehmet Ali Birand, bu katliamı acaba PKK mi yapmıştır diye soruyordu. Arkasından acaba CIA mi, MOSSAD mı yapmıştır diye soruyordu. Kuşkularını acaba Saddam Hüseyin’in El Muhaberatı mı yoksa Hafız Esad’ın El-Muhaberatı mı diye sürdürüyordu. Her bir şık ile ilgili yorumlar da yapıyordu.

Biz, cezaevi koşulları içinde, bu katliamı derin devletin gerçekleştirmiş olabileceğine dair bir kuşku belirtiyorduk. Bizim bilebildiğimizi Mehmet Ali Birand da şüphesiz biliyordu. Ama Mehmet Ali Birand sözü edilen yazısında, derin devleti şıklar arasında saymıyordu. Bu çok ilgi çekici bir durumdu.

Bu ilişkiler çerçevesinde şunu fark ettim. Eğer bir olayın gizli kalmasını, olayın esas failinin bilinçlere çarpmamasını önlemek istiyorsanız şöyle yapıyorsunuz: olayın faili hakkında, şu mu yaptı bu mu yaptı diye şıklar ileri sürüyorsunuz. Okuyucuyu bu şıklar hakkında düşünmeye sevk ediyorsunuz ama esas faili o şıklar arasında saymıyorsunuz. Bu da gerçeği, esas faili gizlemenin önemli bir yöntemi olarak görünüyor.

O günlerde Mehmet Ali Birand’a, tutumunu eleştiren genişçe bir mektup yazmıştım. Bu mektuba cevap gelmedi. Mehmet Ali Birand’ı tanıyordum. 1980’lerin sonlarında tanışmıştık. Yardımcısı Mithat Bereket ile birlikte benimle röportaj yapmışlardı.

2006 yılında Mart ayında, İstanbul’da, Bilgi Üniversitesi’nde Kürt Konferansı düzenlenmişti. Basınla ilgili oturumda Mehmet Ali Birand’ı da gördüm. Selamlaştık. Bu mektupla ilgili konuşurum diye düşünüyordum. Basın panelinden sonra konuşabileceğimi umuyordum. Ama panelden hemen sonra Mehmet Ali Birand’ı kaybettim, o mektup üzerinde konuşma fırsatını yakalayamadım.

Fuat Önen, Mehmet Ali Birand’ın ölümünden sonra bir yazı yazdı. O yazıda Fuat Önen Mehmet Ali Birand’ın ölümünden kısa bir süre önce Kürtlüğünü açıkladığını yazmıştı. “Mehmet Ali Brand ancak yetmiş yaşından sonra Kürtlüğünü açıklayabildi. Mehmet Ali Birand’ı böyle hatırlayacağım” diyordu (www.bazekurdistan.com)

Ben de Mehmet Ali Birand’ı yukarıda belirttiğim yazısıyla ve tutumuyla hatırlayacağım.

Mehmet Ali Birand’dan birkaç gün sonra da Prof. Dr. Toktamış Ateş vefat etti. Toktamış Ateş sosyal bilimler profesörüydü. Kürd’tü. Konya’dan, Yeniceoba’dandı. Ama Kürdlüğünü hiçbir zaman söylemedi. Bilakis resmi ideolojiyi savunan yazılar yazıyordu. 12 Eylül rejiminde, 1990’larda “resmi ideolojiyi savunuyorum” diye yazılar yazıyordu. O zamanlar Cumhuriyet gazetesinde yazıyordu. Hâlbuki o dönemlerde resmi ideolojiyi eleştirdikleri için pek çok araştırmacı, gazeteci vs. devletin idari ve cezai tehditleriyle karşı karşıyaydı. “Resmi ideolojiyi savunuyorum” diye yazılar yazan Prof. Dr. Toktamış Ateş bu tehditlere hiç dikkat çekmiyor, onları bilmezlikten, görmezlikten geliyordu.

Prof. Toktamış Ateş’e de bu tutumlarından dolayı iki defa genişçe mektuplar yazmıştım, bu tutumu eleştirmiştim. Bu mektuplara da cevap gelmedi. Cezaevlerinden yazılmış kırka yakın mektuplar var, çok geniş mektuplar. Yazarlara, profesörlere, gazetecilere yazılmış mektuplar… O mektuplardan ancak iki tanesine cevap alabildim.

Prof. Toktamış Ateş’le tanışmıştım. Dostum Yılmaz Öztürk, 1990’ların başında beni Cağaloğlu’nda tanıştırmıştı.

Kürdistan Aleviler Birliği I. Konferansı

Kimlik söz konusu olduğu zaman, bir sempozyumdan da söz etmek gerekir kanısındayım.

Demokratik Toplum Kongresi 2-3 Şubat 2013’te, Diyarbakır’da Alevilerle ilgili bir konferans düzenledi.

Konferansın başladığı gün, Demokratik Toplum Kongresi, konuşmacılara ve katılımcılara 12 sayfalık bir bildiri dağıttı. Bu bildiride Aleviliğin Müslümanlık olduğu Şiilik olduğu, Aleviliğin Müslümanlıkla başladığı vurgulanıyordu. Bu tutumu çok şaşırtıcı buldum. Etkin bir direniş hareketinin çok önemli bir konuda, tartışmalı bir konuda, resmi ideoloji ile böylesine bütünleşmesi, resmi ideoloji ile aynı düşündüğünü ifade etmeye özen göstermesi çok dikkat çekici bir durum.

Demokratik Toplum Kongresi bunu Kürdistan Aeviler Biriği I. Konferansına sunuyor. Halbuki bu da hükümetin, AKP’nin gerçekleştirdiği Alevi açılımlarından biri olarak, bu açılımların devamı olarak değerlendirilebilir.

Kızılbaşları (Alevileri) Müslüman göstermek, bilim anlayışını bir tarafa bırakalım ahlaki bile değildir. Sen bu kadar etkili bir direniş hareketi olacaksın ama çok önemli bir konuda hükümet gibi düşündüğünü ifade etmeye çalışacaksın, buna özen göstereceksin. Şaşırtıcı…

Aleviler konusunda temel sorun, Alevi düşüncesine On iki İmam figürünün, Ali figürünün nasıl girdiği, ne zaman girdiği konusudur. Yedi Ulu Ozan’ın düşünceleri ve tutumları bu bakımdan incelenmelidir. Alevi düşüncesini esas olarak ifade eden ise Kaygusuz Abdal’dır. Erdal Yıldırım’ın bu konudaki düşünceleri dikkate değerdir (www.alevinet.com, 9 Şubat 2013)

No nuşte 4366 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.