zazaki.net
28 Adare 2024 Panşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
05 Kanûne 2008 Îne 21:40

Devam...

...

Suriye’de Ne oldu?

Mart 2011’den beri Suriye’de Beşşar Esed yönetimine karşı başkaldırı hareketleri yaşanmaktadır. Ordudan ayrılan subaylar el Kaide, el Nusra gibi örgütler muhalefeti temsil etmektedirler. Ordudan ayrılanlara ve bazı muhalefet unsurlarına Özgür Suriye Ordusu da denmektedir.

Suriye’de başkaldırı hareketleri başlar başlamaz Türkiye muhalefeti örgütlemeye başlamıştır. Bu konuda Antalya’da, İstanbul’da birçok toplantı yapılmıştır. Türkiye, Suriye’deki muhalefetin yapılandırılması sürecinde Kürdlerin de temsil edilmesini hiçbir zaman istememiştir. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar, muhalefeti maddi ve manevi olarak destekleyen, silahlandıran bir güç olarak ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin Suriye politikasının esasını Beşşar Esed rejiminin yıkılması ama bu süreçte Kürdlerin hiçbir şey, hiçbir hak elde edememesi oluşturmaktadır. Baas Partisi’ne dayanan düzenin yıkılmasından sonra İslami bir rejimin kurulması da Türkiye’nin Suriye politikasının hedeflerindendir.

Kürdlerse bu süre içinde kendi bölgelerinde yani Güneybatı Kürdistan’da kendi işlerini yapmakta, örgütlenme çabalarını sürdürmektedir. Bugün Güneybatı Kürdistan’a daha çok Rojava denilmektedir. Batı Kürdistan denmesi kanımca daha doğrudur.

Haziran 2012’de Beşşar Esed Kürd bölgelerinin bir kısmından askerlerini çekmiştir. Bu yerleri Demokratik Birlik Partisi PYD kontrol etmeye başlamıştır. Beşşar Esed’in askerlerini çektiği yerlerin PYD tarafından kontrol edilmesine karşı çıkmak sağlıklı bir tutum değildir. “PYD eli kanlı rejimle işbirliği yapıyor” demek doğru değildir. Kürdistan’ı baskı altında tutan devletlerin hepsinin de eli kanlıdır.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi başkanı Mesut Barzani 16 Kasım 2013 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın daveti üzerine Diyarbakır’a gelirken yaptığı “Rojava’da devrim falan olmamıştır. PYD Beşşar Esed’in askerlerini çektiği bölgede hükümranlık kurmaya çalışmaktadır” sözü sağlıklı bir değerlendirme değildir. 1991’de, bahar aylarında Güney Kürdistan’da da böyle olmadı mı? Saddam Hüseyin’in Güney Kürdistan’dan çekildiği alanlara Kürdler el koymaya başlamadılar mı? Arada şöyle bir fark olduğu söylenebilir. Saddam Hüseyin çekilme zorunluluğunu hissetti. Beşşar Esed yönetimi ise Türkiye’yi de ciddi bir sorunla karşı karşıya bırakmak için böyle bir yola başvurdu.

Bu ilişkilerde aranacak tek koşul öbür parçalardaki Kürdlerin çıkarlarına zarar vermemeye çalışmak, muhtemel zararları en aza indirmeye gayret etmektir. Buysa ancak Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması paylaşılması konusunda yüksek bir bilincin oluşmasıyla olur. Kürdlerde ise bu konuda değil yüksek bir bilinç küçük bir bilincin bile oluşmadığı görülmektedir. PKK, BDP, PYD hala, “devlet, federasyon istemiyoruz, sınırlarla sorunumuz yoktur. Biz asla bölücü değiliz” deyip durmaktadırlar. Bu, bölünme, parçalanma ve paylaşılma gibi bir felaketin bilincine varamama demektir. Kendisinin ne durumda olduğunun bilincine varmamak demektir. Çünkü bölünen, parçalanan ve paylaşılan sensin. Bu, aynı zamanda, “emperyalist devletler tarafından çizilmiş bu sınırlarla sorunumuz yoktur” demektir. “Demokratik özerklik” gibi bir kavram ise içi boş bir kavramdır, Kürdistan’da bir karşılığı yoktur. “Türkiyelileşme” ise, Kürdistani olmaktan uzaklaşmaya, Türkleşmeye hizmet eden bir kavramdır. Türklere, Kürdleri, Kürdistan’ı, Kürd/Kürdistan sorununu anlatmaya değil, Türkleşmeye hizmet eder. Kürdler zatan, kanun zoruyla, devlet terörü eşliğinde gereğinden çok çok Türkiyeleştiler, Türkleştiler… Halbuki, Kürdlerin Kürdistani olmaya özen göstermeleri gerekir.

Bugün 10-15 yıl öncesine nazaran Kürdleri, Kürdistan’ı Kürd/Kürdistan sorununu daha iyi biliyoruz. Bu konuyu artık daha çok konuşuyoruz, yazıyoruz. Doğru kavramlara konuşuyoruz, yazıyoruz. Bu ortamın yaratılmasında, bu değişimin yaşanmasında, PKK’nin, gerilla mücadelesinin şüphesiz çok büyük rolü vardır. Bu ortama bakarak, dilerim PKK de kendi zihniyetini değiştirir.

Mele Mustafa Barzani döneminde, 1960’larda, parçacı siyaseti anlamak, kavramak mümkündür. Günümüzde ise hala böyle bir siyasetin yürütülüyor olması yanlıştır, sağlıklı değildir.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi Güneybatı Kürdistan’da oluşan özerk yönetimi elbette tanımalıdır. Türkiye’ye de Güneybatı Kürdistan’la ilgili politikasını gözden geçirmesini telkin etmelidir.

Sait Kırmızıtoprak’ın Çevresine Etkileri

1969 yaz ayları sonlarında Erzurum’da Sait Kırmıztıoprak’ı Mehmet Ali Aslan’ın evinde ben de ziyaret etmiştim. Günlük olaylar üzerinde sohbet etmiştik. O zaman Kürdler Kürdistan konusunda fazla bilgiye, bilince sahip değildim. Etraflı, derinlikli bir konuşmaya, tartışmaya hazır değildim. Bendeki zihinsel dönüşüm 12 Mart rejiminde Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevi’ndeki yaşam sürecinde ve askeri mahkemede gerçekleşen duruşmalar sürecinde oldu. Daha sonra da Komal Yayınevi Rızgari Derneği sürecinde, 12 Eylül’de askeri tutukevinde yaşam, askeri mahkemelerdeki yargılamalar ve 1984’te başlayan gerilla mücadelesi sürecinde güçlendi.

Sait Kırmıztoprak’ın aydınlık bir yüzü vardı. Gözleri ışık saçıyordu. Sesi hala kulağımdadır. Hareketleri, vücut dili gözlerimdedir. Bu yönleriyle Sait çevredekileri, içine girdiği toplumu, insanları çok kolay etkilerdi. Sait içine girdiği topluma bir değer katardı. Gruptan ayrıldığı zaman grup bir eksiklik hissederdi.

Sait Kırmızıtoprak için zeki, becerikli, yaratıcı, atak, cesur gibi nitelikler her zaman anlatılır. Bunlar arasında bazen “aceleci” gibi bir sıfat da eklenir. “Aceleci” sıfatının yerinde kullanılmadığını düşünüyorum. Zira Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesi çok gecikmiş bir mücadeledir. Bunun nedeni Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılmasıyla ilgilidir. 1920’lerde dönemin iki emperyal devleti ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti birbirleriyle organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardır. Bu baskı, bu zulüm Kürdlerdeki ulusal kurtuluş mücadelesini çok geciktirmiştir. I. Dünya Savaşı sonunda, 1920’lerde çözülecek sorunu bir asır geriye itmiştir. Kürdlerin zaafları da bu süreçte elbette etkilidir.

Zore (Zöhre) Ananın Çileli yaşamı (2)

Zore Ana 1971’de oğlunun kaybolmasıyla başlayan günlerde ondan hiçbir haber alamaz. Konuşmaya çalıştığı kişiler de ona sağlıklı bilgi veremezler. Hasan Tanrıverdi o günlerde ve sonrasında Sait’in dava arkadaşlarından hiçbirinin anasını, Zore Ana’yı aramadığını vurgular. Hasan Tanrıverdi yukarıda belirtilen yazısında “Doktor Hasan Celalettin Ezman’dan başka hiç kimse Zore Ana’yı aramadı” der, sitem eder. (s. 25). Zore Ana o günlerde 58 yaşındadır.

Zore Ana 1984’te İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde büyük acılarla, ızdıraplarla hayata gözlerini yumar. 71 yaşındadır.

Zore Ana’yı yazarken, Dursun Ali Küçük ve Selim Ferat’ın anaları hakkında yazdığı yazılar aklıma geldi. Her iki arkadaş da analarının yaşamlarının son anlarında, analarının yanında olamamış. Her iki ana da, evlatlarının Kürdistan mücadelesine katılmalarından dolayı, onlara hiçbir olumsuz söz söylememiş, her zaman evlatlarının yanında yer almış, onlara destek vermiş. Bu direnç umudu yeşertiyor. Şüphesi Kürdistan’da, Dursun Ali Küçük’ün, Selim Ferat’ın anaları gibi, onbinlerce ana var.

Brusk, Çeko, Soro…

Doktor Şivan (Sait Kırmıztoprak) hakkında yetersiz de olsa bilgi sahibiyiz. Sait Elçi hakkında da bilgilerimiz var. Soro (Nazmi Balkaş) hakkında da bazı bilgilerimiz var. Çeko (Hikmet Buluttekin), Brusk (Hasan Yıkmış) hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Doktor Şivan’ın bu yazının başında belirttiğimiz kitabının sonunda (s. 284-286) Brusk’un nüfus kaydıyla ilgili birkaç fotokopi var. Aslında o dönem çok geniş olgusal bir zenginlik içinde araştırılmalıdır, aydınlığa kavuşturulmalıdır. Kürd tarihinin bu trajik dönemi aydınlığa çıkarılmalıdır. Bu trajik dönem üzerindeki perdeler kaldırılmalıdır.

Mele Mustafa Barzani’yi, Sait Elçi’yi, Sait Kırmızıtoprak’ı sevgiyle anıyorum.

Hasan Yıkmış’ı, Hikmet Buluttekin’i, Nazmi Balkaş’ı, Muhammedê Begê’yi sevgiyle anıyorum.

Doktor Şivan’ın arkadaşları, bizim de dostlarımız, Abdülkerim Ceyhan’ı, Mahmut Okutucu’yu, Muhterem Biçimli’yi sevgiyle anıyorum.

“Saitler Komplosu”nda pek çok kişinin adı geçmektedir. Bu konuyla ilgili pek çok kişi konuşmaktadır, görüşünü açıklamaktadır.

Necmettin Büyükkaya’yı ve Feqî Hüseyin Musa Sağnıç Ağabeyi sevgiyle anıyorum.

Kürd halkının bu fedakar ve vefakar evlatları her zaman yaşatılmalıdır. Gelecek Kürd kuşakları bu trajik dönemin de bilincinde olmalıdır.

 

EK

Yakındoğu’nun İmhası, Kürd/Kürdistan, Dersim

İttihat ve Terakki’nin Devlet ve Toplum Projesi

Bizans, kendini dünyanın merkezi sayıyordu. Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde bölmüştü: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.

Yakındoğu’da şu ülkeler vardı. Anatolia, Kilikya, Pontus, Lazistan, Ermenistan, Kürdistan, Mezopotamya. Anatolia, Kızılırmak’ın batısından itibaren Ege ‘deki toprakları içeriyordu. Daha çok Rumların oturduğu alanlardı.  Bugünkü Anadolu kavramı ile Anatolia elbette çok farklı içeriklere sahiptir. Kilikya, bugün Çukurova denilen coğrafyadır. Daha çok, Ermenilerin yerleştiği bir alandır.  Orta Karadeniz, Pontus, Doğu Karadeniz Lazistan’dır. Van Gölü çevresi Kürdistan, Kuzeyi Ermenistan’dır. Kürdistan’da ve Ermenistan’da, Kürdler ve Ermeniler birlikte yaşamaktadır. Şehirlerde daha çok Ermeniler, Kırsal alanlarda daha çok Kürdler… Dicle ve Fırat’ın Meydana getirdiği coğrafyaya Mezopotamya denilmektedir. Kuzey Mezopotamya’da, Kürdler, Süryaniler, birlikte yaşamaktadır. Turabidin Süryanilerin ülkesidir. Kızılırmak kavsi içindeki topraklara bir kısmına Kapadokya denilmektedir. Daha çok Rumların yaşadığı bir bölgedir. Bizans İmparatorluğu döneminde, bölgede bu ülkeler vardır. Bu ülkelerde kadim halklar yaşamaktadır.

Oğuz boylarının bölgeye gelmesi 11. yüzyılın ikinci çeyreğine rastlamaktadır. Uzman tarihçilerin verdikleri rakamlara göre, dört asır boyunca, yani 11, 12, 13 ve 14. yüzyıllarda gelen Oğuzların toplam sayısı 400 bin ile 600 bin arasında değişmektedir. Bölgede, yani Yakındoğu’da yaşayan yerli halkların otokton halkların toplam nüfusu ise 12 milyon civarındadır.

Ortadoğu ise, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan Umman Denizi’ne kadar olan coğrafyayı meydana getirmektedir. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında bir yerde bulunmaktadır. Uzakdoğu ise Altay Dağları’nın doğusu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam, Kamboçya gibi coğrafyalardır.

Yakındoğu kavramının Bizans’tan sonra, Osmanlılar tarafından ve Avrupa’nın çeşitli ülkeleri tarafından da kullanıldığı kanısındayım. Lozan Antlaşması’nın esas adı, Yakın Doğu İşleri İle ilgili Lozan Antlaşması’dır.

Bizans döneminde daha sonraki dönemlerde, coğrafyanın bu şekilde bölümlenmesini yapmak önemlidir, gereklidir. Çünkü Yakındoğu imha edilmiştir. Hem Yakındoğu’da yer alan ülkeler olarak, hem de bu ülkelerde yaşayan halklar olarak Yakındoğu imha edilmiştir. Bu imhanın nasıl gerçekleştiğini incelemek çok önemlidir.

İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk etnisi esasına göre, yeniden organize etmek gibi bir projesi vardı. Adriyatik’den Büyük Okyanus’a kadar Türk imparatorluğu olacak, ama bunu içinde Türk’den başka bir etni olmayacaktı. Rumların sürgünü, Ermeni soykırımı bu  anlayış doğrultusunda gündeme geldi. Ekonominin millileştirilmesi de İttihat ve Terakki’nin önemli bir düşüncesiydi. Bu, Rumların ve Ermenilerin birikimlerine, taşınmaz mallarına el koymak anlamına geliyordu.  İttihat Ve Terakki Fırkası’nın Merkez-Umumisi’nin hiç değişmeyen üç üyesi vardı. Dr.Bahattin Şakir, Dr. Nazım, Ziya Gökalp. Bunlar, bu konularla ilgili planlar, projeler hazırladılar. Bu tasarılarala ilgili başlıca projeleri yapanlar bunlardı. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, Ege’deki, Rumların, Karadeniz havalisindeki Rum-Pontusları, Kapadokya’daki Rumları sürgünü başladı.  Ermeni nüfus,  tehcir adı altında soykırımla çürütüldü. Süryaniler, Kildaniler ve Ezidi Kürdler de soykırıma uğradı. “Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edebiliriz” anlayışı vardı. Çerkesler, Lazlar içinde asimilasyon düşünülüyordu. Kürd veya Türk Kızılbaşlar (Aleviler) de Müslümanlığa asimile edileceklerdi.

Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçde balkan yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek gerekir. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922 Kara Kitap Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013 de basılmış. Kitapda Sait Çetinoğlu’nun Önsözü var.

İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1912-1922 yılları Arasında  Hristiyanlara Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş. Ocak 2013 de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir Önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapda da Sait Çetinoğlu’nun Önsözleri önemli yazılardır.

İttihat ve Terakki’nin bu projesi Almanlar tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Bu projenin yaşama geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi oluşacaktı. Ama bu, Yakındoğu’yu tamamen imha eden bir süreçti. Belge Yayınları’nın, Ocak 2012 de yayımladığı,  Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916 bu konuda çok önemli bir kaynaktır.  Wolfgang Gusttarafından hazırlanan belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi arşiv belgelerini içermektedir. Wolfgang Gust (d.1935) haftalık Der Spiegel Dergisi’nin, Dış Haberler Servis şefi ve muhabiridir.

Yves Ternon’un, Mardin 1915 Bir Yıkımın Anatomisi, kitabı da önemlidir. Bu kitap da Ekim 2013’de Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitapda da Sait Çetinoğlu’nun uzun bir önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme yazısıdır.

Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı. İmparatorluğun, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki toprakları paylaşılıyordu. Bu çerçevede 1915 sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere Ruslar da katılmıştı.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa tarafı galip geldi. Ama, İngiltere ve Fransa tarafı Sykes-Picot Andlaşmasını diledikleri gibi yaşama geçiremediler… Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimi bunu önledi. İngiltere ve Fransa, Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için Sykes-Picot planlarında bazı değişiklikler yaptılar. Yakındoğu’da, Türk Devleti’nin, Ortadoğu’da Afganistan’ın kurulması, İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla gerçekleşti. Yakındoğu bu ilişkiler sürecinde imha edildi. Hem ülkeler, hem de bu ilkeler de yaşayan kadim halklar, Ermeniler, Rumlar, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler… bu süreçde soykırıma uğratıldılar. Yakındoğu’nun otokton halkları, allochtonlar (dışarıdan gelenler) tarafından soykırıma uğratıldı.

Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal, “Yakındoğu soykırımlarla yok edildi. Neden?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Ortadoğu var, Yakındoğu soykırımla yok edildi. Neden?” deniyor. Bu yazı 15 Ocak 2012 tarihinden itibaren kurdistan-post.eu sitesinde aslı duruyor. Yazı, Kızılbaş Dergisi’nin, Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer Alıyor (s.45-47).

Bu konuda, Gürdal Aksoy’un kitabını hatırlatmak da gerekir. Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma, Komal Yayınevi,  İstanbul, Haziran 2002.

Tarihte, Türkiye adıyla bir ülke yoktur. Türkiye, Irak gibi, Suriye, İran gibi bir ülke adı değildir. Yakındoğu, buralarda yaşayan halklar, ülkeler imha  imha edilince, imha edilen bü ülkeler üzerinde kurulan yeni devletin adıdır.

Kürdlerin İkili Durumu

Kürdlerin, Osmanlı yönetimiyle, İttihat ve Terakki ile, Kemalistlerle, Kuva-yı Milliye ile ilişkilerini ilk aşamada incelemek gerekir. Birinci aşamada, Osmanlı’ya, İttihat ve Terakki’ye, Kemalistlere, Kuva-yı Milliyecilere yardımcılık vardır. Örneğin, Osmanlı, İkinci Abdülhamit döneminde (1876-1909) Ermeni uyanışına karşı Kürdleri kullanmıştır. 1994-1896 Sason olaylarında, daha pek çok olayda bunu izlenmek mümkündür.

İttihat ve Terakki’nin, Rumlara,  Ermenilere, Süryanilere karşı geliştirdiği politikaların yaşama geçmesinde de Kürdlerin önemli bir kısmı tetikçilik yapmıştır. İttihat ve Terakki, örneğin Kürdlere şunu söylemiştir. “Ermenileri bulundukları yerlerden kaçırtın. Taciz ederek, taciz olmalarını getirecek operasyonları artırarak kaçırtın… Onları öldürebilirsiniz de. Bu konuda bir dava ile soruşturma ile karşılaşmayacaksınız. Ama onlardan akalan taşınmaz mallar,  tarlalar, evler, atölyeler, çiftlikler, koyun sürüleri, büyükbaş hayvanlar, tarımsal araç gereçler, dükkanlar sizin olacak. Tabii bu çok büyük bir ödül. Bu ödül pek çok Kürdün, aşiretin, aşiret reisinin, şeyhin vs. aklını çelebilmiştir.

Kuva-yı Milliye nedir? Kuva-yı Milliye, Rum ve Ermeni ve Süryani mallarının yağmalanmasıyla yakından ilgilidir. Rumlar, sürülünce, katledilince, Ermeniler tehcir edilince, geri dönüşler artık mümkün olmayınca, onlardan kalan taşınmaz malların çevredeki Türk eşraf ve Kürd eşraf tarafından, yağmalanmıştır. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonraysa, yani Almanya ile birlikte Osmanlı’nın İttihat ve Terakki’nin yenilmesinden sonra,  Rumlar ve Ermeniler, bu operasyonlardan sonra ne kadar kalmışlarsa, kendi köylerin, evlerine geri dönmeye, mallarına mülklerine sahip çıkmaya başladılar. İşte Kuva-yı Milliye, Rumların, Ermenilerin geri dönüşlerine, mallarına mülklerine sahip çıkma girişimlerine engel olmak için kurulmuştur. Ege’de, Çukurova’da, Antep’de, Urfa’da kurulmasının anlamı budur. Rumlardan, Ermenilerden yağma edilen malların tekrar onlar tarafından, yani,  malların esas sahipleri tarafından ele geçirilmesine engel olmak…

Türk milli mücadelesi döneminde, yani, Türk-Ermeni ve Türk Yunan savaşları döneminde de, Mustafa Kemal, Kürdlerin yardımın alabilmek için, “mücadele başarıya ulaştıktan sonra Kürdlerin de milli hakları olacaktır” demiştir. Erzurum Kongresi sırasında, Kürd aşiret reislerine, Kürd şeyhlerine mektuplar yazıp onların yardımın talep etmiştir. Kazım Karabekir de Kürdleri, “milli mücadeleye yardım etmezseniz, yani yenilgi olursa, büyük devletler,”yedi düvel”, Kürdistan’ı Ermenistan yapacaklar” demiştir. Kürdler üzerinde bu tür propagandaların çok etkili olduğu şüphesizdir.

Mücadele Kürdlerin de yardımıyla başarıya ulaşmıştır. Ama 1922 yılının sonlarından itibaren Kemalistler kendilerini güçlü hissetmeye başlamışlardır. Yakındoğu işleriyle ilgili Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra devlet artık çok güçlüdür. Devletin varlığı artık uluslararası garanti altındadır. Bu tarihlerden itibaren artık Kürdlere ve Alevilere, Kızılbaşlara yani Reya Heq’ler hakkında 1910’larda saptanan politikalar yaşama geçirilmiştir. Kürdlerin, Kürd dilinin inkarı böyle başlamıştır. Bu inkar aslında çok dikkate değer bir olaydır. Çünkü 19. yüzyılın sonlarından itibaren Kürdler, Kürdistan adı altında Kürdçe gazeteler ve dergiler çıkarmaya başladı. 1908’den sonra, 1910’larda bu yayınların sayısı arttı. Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti gazetesi Roji Kurd, Hetawe Kurd, Jîn, Kurdistan gibi yayın organları çıkıyordu. Bunlar legal yayınlardı. Türk aydınları, yazarlar, Kuva-yı Milliye mensupları da Kürdlerin bu gazetelerini, dergilerini biliyorlardı. Aynı zamanda Kürdlerin çeşitli toplum kesimlerini ilgilendiren örgütleri de vardı. Bunlara rağmen 1923’ten sonra, Cumhuriyet döneminde Kürdler, Kürdçe inkar edilmeye başlandı. Kürdlerin Türk olduğu, Kürdçe diye bir dil olmadığı söylenir oldu. O günlerden beri bu inkar, imha sürüyor. B u inkara, imhaya karşı Kürdlerin mücadelesi de sürüyor.

Bazı Kürdlerin tetikçiliğinden, Ermeni-Süryani mallarının yağmalanmasından dolayı Kürd-Kürdistan sorunu Ermeni sorunuyla, Ermeni soykırımıyla yakından ilgilidir. Bazı alanlarda iç içe olduğu da söylenebilir. 

Ermeniler, Asuriler, Süryailer tehcir adı altında bölgeden sürülmüşlerdir. Soykırım gerçekleşmiş, bir daha bölgeye dönmeleri artık mümkün değil. Malları, mülkleri çevredeki Kürd ağaları, Kürd aşiretleri, Kürd şeyhleri tarafından yağmalanmış. Devlet bunları biliyor… İleri bir tarihte, diyelim 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda… devlet şöyle söylüyor: “Tasarruf ettiğin bu mülkün senin olmadığını biliyorum. Benim gibi düşünürsen, benim gibi tavır ve davranış sergilersen, bu malları tasarruf edebilirsin. Hatta ileride bu malların senin üzerine tapusu da olabilir. Ben ne diyorum? Herkesin Türk olduğunu, Kürd diye bir kavim olmadığını, Kürdçe diye bir dil olmadığını söylüyorum. Sen de böyle dersen, bu şekilde tavır ve davranış sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. Ama benim dilim, kültürüm dersen, Kürdlük iddia edersen bu malları tasarruf etmene izin vermem…”

Süreçte bu malları tasarruf etmek için Kürdlükten taviz verildiği artık iyi biliniyor. Bu sürecin bazı alanlarda, örneğin Malatya’da Kürdlüğü bitirdiği bile söylenebilir. Bu sürecin çok zengin olgularla incelenmesinde yarar vardır.

Alevilerin (Kızılbaşların), Reya Heq’ın Müslümanlaştırılması da İttihat ve Terakki’in önemli bir politikasıdır.

Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Kızılbaşların yani Reye Heq’lerin Müslümanlığa asimilasyonu çok önemli bir politikadır. Ama 1920’lerin ortalarından itibaren Dersim ile ilgili olarak hazırlanan raporlarda Dersim’in Kürdlüğü ön planda tutulmaktadır. “Dersim çıbanbaşıdır. Bu çıbanbaşı sökülüp atılacaktır” belirlemesi Dersim’im Kürdlüğünü dikkate almaktadır.

Saptanan bu politikayı yaşama geçirmek için 1935’te 4. Müfettişlik kurulmuştur, Tunceli Kanunu yapılmıştır. Tunceli Kanunu, Tunceli Kanunu’nu yapan ruh, anlayış, 1937-38’de çok etkin bir şekilde yaşam bulmuştur. Dersim’de 1937-38’de tam anlamıyla soykırım yaşanmıştır.

Ama günümüzde Dersimlilerin bir kısmı soykırım yaşamış bir halkın evlatları gibi konuşmuyorlar.  Soykırım yapanların zihniyetinin temsilcileri gibi konuşuyorlar. Dersim’de soykırım yapanlar Kürdlük reddedilsin, Türklükle ilgili gelişmeler yaşansın istiyorlardı. Dersim’de soykırım yapanların olmasını istedikleri şey buydu.

Bugün, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Dersim’li bir Kürd olmasına rağmen, Nazımiye’den, Reya Heq inancında olan bir Kürd olmasına rağmen “Biz Türkmeniz, ailemiz Horasan’dan gelmiş” diyor. Tunceli milletvekili Kamer Genç, Nazımiye’den bir Kürd olmasına rağmen “Türkoğlu Türk’üm”, “Kürdlükle bir bağımız yoktur” diyor. Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün “Kürd değiliz Aleviyiz” diyor. Halbuki, 1938’de, soykırımda, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ailesinde de  çok büyük kayıplar var.

Dersimlilerin bir kısmı 1937’de yaşanan soykırımın, Aleviliği yok etmek, Alevi inancını yok etmek için düzenlendiğini söylüyor. Bu insanı şaşırtan bir söylemdir. Türkiye’nin pek çok yerinde Alevi inancında olan, Reye Heq’lı olanlar vardır. Neden onlara karşı bir operasyon yapılmamış da sadece Dersim’de yaşayan Alevilere, Reye Heq inancında olanlara soykırım yapılmış? Bu şüphesiz Kürdlükle ilgili bir olaydır. Ayrıca, Kürdlere soykırım sadece Dersim’de yapılmamış. 1925 Kürd direnişinde, 1927’de Bingöl’de Guew’de, 1930-32’de Geliyê Zîlan’da soykırım yapılmıştır. Bunun dışında, soykırımdan geriye kalan Kürdlerin büyük bir kısmı sürgüne gönderiliyor. Sürgün yerleri arasında, Çorum, Balıkesir, Manisa, Tokat gibi Alevileri, Reya Heq inancında olan kişilerin yaşadıklar yerle de var.

Dersimlilerin bir kısmı, önemli bir kısmı Kürdlere yapılan bu soykırımı unutmuş Kerbela’nın yasını tutuyor. Kerbela’da 1300 yıldan fazla bir zaman önce gerçekleşen katliamın yasını tutuyor. Kerbela’da yaşanan katliamın Kürdlükle bir ilişkisinin olmadığı açıktır. Bu katliam tamamen Araplardaki iktidar kavgası ile ilgilidir. Kürdlükle bir ilintisi yoktur. Bu katliamda Halife Ali’nin, Peygamber Muhammed’in torunlarından 72 kişi katledilmiştir. Dersim’de katledilenler soykırıma uğrayanlar belki de 72 bin kişidir.

İslam’da Şiiliğin oluşumu bu katliamla ilgilidir. Şiilik elbette İslam’dır ama Alevilik, Reya Heq İslam’dan çok önceki bir inanç biçimidir. İslam’dan çok önceki bir dindir.

Burada önemli olan Ali, Hüseyin, On İki İmam, Kerbela gibi figürlerin Alevi düşüncesine, Reya Heq inancına nasıl girdiğinin araştırılmasıdır. Bu da İran’da Şiiliğin kurumlaşmasıyla, 16. yüzyılın başında Şah İsmail’le birlikte Şiiliğin devletin dini olmasıyla, resmi din olmasıyla ilgilidir.

Alevilik, Reya Heq İslamiyet’ten ayrı bir dindir. Reya Heq inancının Kerbela ile şöyle bir ilişkisi olabilir. Reya Heq insana, doğaya saygılı bir dindir, ezilenlerden yana olan bir dindir. Kerbela’da 681’de İslam peygamberi Muhammed’in torunlarının çok büyük zulüm gördükleri açıktır. Alevi inancında olanlar, Reya Heq inancında olanlar, zulüm görenlerin yanında yer almışlar, onlara destek vermişler, onların acılarını paylaşmışlardır. Bunu anlamak mümkündür. Ama bu katliamı Araplardan daha çok yaşamak, bu süreçte kendi öz kimliğini unutmak kabul edilemez.

Reya Heq inancına Kerbela, Ali, Hasan, Hüseyin, On İki İmam gibi figürlerin girmesi 15. yüzyılda başlamıştır. Şah Ali (ölümü 1427), Şah İbrahim Veli (1428-1447), Şeyh Cüneyt (ölümü 1460), Şeyh Haydar (ölümü 1488) dönemlerinde Şiilik İran’da kurumlaşmıştır. Şah İsmail döneminde (1487-1524; görev süresi 1502-1524) Şiilik İran’ın resmi dini haline gelmiştir. Şah Tahmasb (1514-1586; görev süresi 1524-1586), Şah Abbas (1557-1628; görev süresi 1587-1628) dönemlerindeyse Şiilik İran’da iyice oturmuştur.

Yedi ulu ozanın Alevi, Reya Heq inancına, Kerbela, Al, Hasan, Hüseyin, On iki İmam gibi figürleri taşıdığı da bilinmektedir. Yedi ulu ozandan biri Şah Katayi’dir. Bu, şah İsmail’in kendisidir. İkinci ozan Nesimi’dir (14. Yüzyılın sonu, 15. Yüzyılın başı, ölümü 1405).

Üçüncü Ozan Fuzuli’dir (15. Yüzyılın sonu, 16. Yüzyılın ortaları, ölümü: 1556).

Yemini (15. Yüzylın sonu, 16. Yüzyılın başı)

Virani (16. Yüzyıl)

Pis sultan Abdal (16. Yüzyıl)

Kul Himmet  (16. Yüzyılın ikinci yarısı)

“Horasan’dan geldik” anlayışı ise Dersimlilerin kendi köklerinden kopmak istedikleri anlamına geliyor. “horasan’dan geldik” anlayışını Mehmet Bayrak hoca yazılarında, söyleşilerinde, kitaplarında ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Mehmet Bayrak, “Kürd ve Alevi Tarihinde Horasan, Tarih, Etnoloji, Müzik, Edebiyat” (Özge Yayıncılık Ankara, 2013) bu durumu açıklamıştır. Kitaptaki yazılarda, söyleşilerde bu durum açıkça görülüyor. Elitson Zamancı ile yapılan söyleşi bu bakımdan ilgi çekicidir (s. 608-615). Firaz Baran ile yapılan söyleşi de bu bakımdan ilgi çekicidir (s. 616-620).

İran’da, Safevilerin egemenliği döneminde bazı Kürd aşiretlerinin Dersim’den ve Kürdistan’ın başka yörelerinden alınarak Horasan’a gönderildikleri biliniyor. İran, bölgeye yapılan Özbek ve Türkmen saldırılarını bu şekilde engellemeye çalışıyor. Horasan ayrıca Kürd yerleşim bölgelerinden biridir. Yedi Kürd yerleşim bölgesinden biridir. 1639’da Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla bölge Osmanlı denetimine geçince Dersim’den gönderilenlerin bir kısmı tekrar Dersim’e dönüyor. “Horasan’dan geldik” anlayışının aslı budur.

Mehmet Bayrak hocanın Alevilik ve Kürdler üzerinde Özgür Ulusoy’la yaptığı söyleşi de bu bakımdan anlamlıdır (s. 630-642).

İttihat ve terakki’nin Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Cumhuriyet’te devlet terörü de kullanılarak yaşama geçirilen bir politikadır. “Horasan’dan geldik” anlayışı, bu politikaya hizmet eder. Bu politikanın yarattığı bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Alevilerin (Kızılbaşların), Reya Heq inancında olanların Müslümanlığa asimilasyonu da İttihat ve Terakki’nin önemli bir politikasıdır. Zira Türk olan Müslüman’dır. Her Müslüman Türk olmayabilir ama her Türk Müslüman’dır. Alevilerin, reye Heq inancında olanların “Aleviyiz ama Müslüman’ız” veya “Müslüman’ız ama Aleviyiz” demeleri de asimilasyonun bir göstergesidir.

Na xebere 2264 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.