Malmîsanij’in “Yirminci Yüzyılın Başında Diyarbekir’de Kürt Ulusçuluğu (1900-1920)” Vate Yayınevi, İstanbul 2010, adlı kitabı yayımlandı.
Mehmet Emin Bozarslan ve Malmîsanij 1980’lerde ve sonrasında çok önemli çok değerli çalışmalar yaptılar. Mehmet Emin Hoca 1918-1919 yıllarında yayımlanan Jîn dergilerini yayımladı. Jîn yeniden açıklamalı ve Latin harflerine çevrilerek yayımlandı. Bu yayın 1985-1988 yılları arasında gerçekleşti. Beş cilt halinde yayımlandı. 1898-1902 yılları arasında yayımlanan Kurdistan ise, 1991 yılında iki cilt halinde, yeniden yayımlandı. 1998 yılında, Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti Gazetesi yayımlandı.
Malmîsanij’in Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve Gazetesi, Avesta 1999 ve Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti, İlk Kürt Öğrenci Derneği 1912-1922 Avesta, 2002, kitapları da bu dönemde yayımlandı.
İsmail Göldaş’ın, Kürdistan Teali Cemiyeti, Doz, Kasım 1991, Takrir-i Sükun Görüşmeleri, 1923 Seçimleri, Atama Meclis ve Sonrası, Belge Yay. Temmuz 1997, Lozan, ‘Biz Türkler ve Kürtler’ Avesta 1999, kitapları da dikkatlerden uzak tutulmaması gereken çalışmalardır.
Bu yazıda, ‘Diyarbekir’de Kürt Ulusçuluğu’ kitabıyla ilgili bazı düşüncelerimi ve duygularımı belirtmeye çalışacağım.
Osmanlı’nın Son Dönemleri, Kürtlerde Kültürel Gelişmeler
19. yüzyılın sonundan itibaren, Diyarbakır’da ve diğer Kürt şehirlerinde Kürtler arasında milli duygular gelişmeye başladı. 1898 yılında, Kahire’de Kürdistan gazetesini yayını gazetenin Kürt şehirlerine de ulaştırılması milli duyguları geliştirici bir etki yaratmıştır. Bu yıllarda Kürtlerde okuma yazma bilenlerin oranı düşük olmasına rağmen böyle bir etkiden söz edebiliriz. 1900 yılında Diyarbakır’da Kürdistan’ın Azm-i Kavi Cemiyeti isimli bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütü kuranlar Diyarbakır ve çevresinden olan Kürtlerdir. Kürdizade Ahmed Ramiz Bey, Diyarbekirli Fikri Efendi, Mistefayê Hacî Emer, Melayê Xasî, Liceli Mela Seid, Mela Yûsifê Hoşînî, Gonigli Xelife Selim, Kürdistan’ın Azm-i Kavi Cemiyeti’nin kurucuları arasındadır (s.16). Ahmed Ramiz, Melayê Xasî, Xelife Selim Kirmanc (Zaza) Kürtlerindendir. (s.17).
Bu kişilerin ortak özellikleri, medrese eğitimli olmalarıdır (s.20). Ahmed Ramiz Bey Kürtçe kitapların yayımlanmasına öncülük eden bir kişidir. 1909’da İstanbul’da Halil Hayali’nin Kurmançca alfabesini yayımlamıştır (s.18). Melayê Xasî, Mewlidê Kirdi’yi kaleme almıştır. 1899’da Diyarbakır’da yayımlanan bu eser, modern bir matbaada yayımlanmış ilk Kürtçe kitaptır. Mela Selim 1914’te Seyid Ali ile birlikte Bitlis ayaklanmasına katılmıştır.
20. yüzyıl başlarına kadar Kürtler arasında aşiret kimliği, dinsel kimlik ön planda geliyordu. Kürdistan’ın Azm-i Kavi Cemiyeti’ni kuranların, bu cemiyet çevresinde çalışanların ise dinsel kimlik yanında etnik kimliğe de vurgu yaptıkları görülmektedir. 1900’lerde medrese eğitiminin bu yönü üzerinde de durmak gerekir.
Bu döneme ilişkin tutumların diğer bir özelliği de Ermenilerle ilişki arayışının söz konusu olmasıdır.
1908’de İstanbul’da Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kuruluyor. Aynı yıl cemiyetin Diyarbakır şubesi hemen açılıyor. Cemiyetin Diyarbakır Şube Başkanının Diyarbakır Müftüsü Suphi Efendi olduğu görülüyor (s.27). Cemiyetin gerek İstanbul’daki merkez yöneticileri gerek Diyarbakır’daki şube yöneticileri arasında Kürt şeyh ve bey ailelerinden nüfuzlu kişiler, askerler, bürokratlar vardı. Cemiyet aynı yıl Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’ni yayımlamaya başladı. Cemiyet Diyarbakır dışında Bitlis, Van, Hakkâri, Süleymaniye gibi yörelerde de kuruldu. İstanbul’da basılan Kürt Teavün ve Terakki gazetesi Kürt şehirlerine de ulaşıyordu.
Bir süre, Maden Müftülüğü de yapan Hani’li Salih Bey 1908’den önce, 1905-1906 yıllarında Ziya Gökalp’in “Lisanı ve edebiyatı olan bir milletin neden istiklali olmasın” dediğini vurguluyor. 1908’den sonra Ziya Gökalp’in Diyarbakır’dan ayrıldığını, İstanbul’a gittiğini, bu fikirleri de bıraktığını fakat kendisinin yola devam ettiğini anlatıyor (s.31-33). Bu dönemde Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi’nde Kürt dilinin önemini, konuşulmasını, yazılmasını dile getiren pek çok yazı yayımlandığı görülüyor (s. 233). Ehmedê Xanî’nin Mem û Zîn’i de Türkçe’ye çevriliyor.
1910’da Kürd Neşr-i Maarif Cemiyeti, 1912’de Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti kuruluyor.
Memduh Selim (1893-1976), yine bu yıllarda kurulan Kürd Ta’mim-i Maarif ve Neşrıyat Cemiyet’inin, Kürd Millet Fırkası’nın, Kürd Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti’nin Kürd Talebe Hêvî Cemiyeti’nin eseri olduğunu belirtmektedir (s.43).
1913-1914 yıllarında Roj-i Kurd, Hetawî Kurd, Yekbûn gibi gazeteler, dergiler yayımlanır. 1918’de Jîn, Kurdistan gazeteleri yayımlanır. 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürt şehirlerinde örgütlenir. Dergi ve gazetelerde Kürt diliyle, Kürt edebiyatıyla, Kürt tarihi ve Kürt kültürüyle, Kürt toplumunun sorunlarıyla ilgili yazılar yayımlanır. Kültürel milliyetçilik yanında, bağımsızlıkçı bir tutum da gelişir. 1918’de yayına başlayan Jîn, 1919’da yayımlanan Kurdistan bu bakımdan dikkate değer yayınlardır. 1920 seçimlerinde Mustafa kemal’in arkadaşlarından Mazhar Müfit (Kansu) Hakkâri mebusu olarak tayin ediliyor. 35 sayılı ve 9 Mart 1920 tarihli Jîn’de bu tutum eleştiriliyor. Neden Hakkâri’ye mebus olarak bir Türk atanıyor. Türk, Kürdün duygularını, düşüncelerini anlayabilir mi? Hakkâri’de mebusluğa layık Kürt yok mu şeklinde eleştiriler (s.135).
Malmîsanij’ın kitabında Diyarbakır ve çevresinde gelişen Kürt milli hareketi olgulara dayanılarak inceleniyor. Bu olgularla ilgili belgeler de var. Bu belgelerin bir kısmı ilk defa bu kitapta yer alıyor. I. Dünya Savaşı sürecinde İttihat ve Terakki’nin, Kürtlerin asimilasyonu çerçevesinde Burdur’a ve Isparta’ya sürgün ettiği Kürtlerin listeleri de dikkate değer belgelerdir (s.133-134). Abdullah Cevdet’in oğlunun Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Harput şubesinin açılışına katılması ve yönetime seçilmesini gösteren belge yine önemlidir (s.100-101).
İnkârcı ve İmhacı Uygulamaların Gelişmesi
1900-1920 arasında gerek İstanbul’da gerek Kürdistan’da dergiler, gazeteler, örgütler çevresinde Kürt milli duyguları gelişmeye başlıyor. Bu çok açık… Ancak çok önemli bir soru var. Böyle düşünsel ve ruhsal yapıya rağmen 1920’lerin ortalarından itibaren, yani Cumhuriyet’le birlikte Kürtlerin ve Kürtçe’nin inkârı nasıl ileri sürülebildi? Devlet bu inkârı yapma cesaretini nereden bulmuştur? Bu inkârcı, asimilasyoncu görüşler Kürtler tarafından nasıl benimsenebilmiştir veya Kürtler bu inkârcı ve imhacı düşünceye, uygulamalara neden razı olmuştur? Bu sorular üzerinde durmakta yarar var.
Melayê Xasî tarafından yazılan Mewlidê Kirdî’nin 1899’da Diyarbakır’da basıldığını belirtmiştim. Bu, o yıllarda Diyarbakır’da matbaalar olduğunu, gelişkin bir fikir hayatı olduğunu göstermektedir. Vilayette, valiliğe ait bir matbaa vardı. (Litografya matbaası) Mewlidê Kirdî de orada basılmıştı. O yıllarda Diyarbakır’ın önemli bir ticari ve sınaî merkez olduğu da bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu dönemin de Diyarbakır ticari ve sınaî bakımlardan gelişmiş bir bölge olarak algılanmaktadır. 1950’lerde, 1960’larda ise Diyarbakır ve çevresi geri bırakılmış bir bölge olarak görülmektedir. Bu olgu bize, Ermeni ve Süryani soykırımını da hatırlatmaktadır. Ermeniler ve Süryaniler soykırıma uğrayınca veya tehcirle ülkeden kovulunca, ticaret ve sanayi büyük bir darbe yemiştir. Bu süreçte kültürel hayatın darbe yemesi de söz konusu edilebilir. Çünkü Ermenilerin ve Süryanilerin soykırıma uğratılmasından, sürgün edilmelerinden sonra, bu makineleri işletecek elemanlar bulunamamış olabilir. Zira bu makineleri daha çok, bu kategorilerdeki uzmanlar çalıştırıyordu. Zanaat bu kesimlerdeki ustalar tarafından icra ediliyordu. Cumhuriyet’le birlikte gelişen Kürt ayaklanmaları sürecindeyse, bölgede yoğun bir yıkım yaşandığı açıktır. Bölgenin neden geri bırakılmış bir bölge olduğunun incelenmesi elbette önemlidir.
Böyle temel sorular, ancak iç koşullardan oluşan nedenler ve dış koşullardan oluşan nedenlerle birlikte analiz edildiği zaman anlaşılabilir. İç koşullara baktığımız zaman, bu temel sorulara açıklama getirecek üç neden sayabiliriz. Bir defa bu örgütleri kuranların, bu örgütlerde çalışanların, gazeteler ve dergiler çevresinde faaliyet yürütenlerin büyük bir kısmı Koçgiri’de (1921), Beytüşşebap Ayaklanması’nda (1924), Büyük Kürt Ayaklanması’nda (1925), Ağrı’da (1928-1932), Dêrsim’de (1937-1938) savaş sırasında, çatışmalarda öldürülmüştür veya firar etmek durumunda kalmışlardır. Firar edenlerin ülke ile irtibatlarını kesmek için yoğun bir çaba harcandığı görülmektedir. Kürt aydınlarının bir kısmı da yakalanıp cezaevine konmuştur. İdamlar ağır cezalar, mahkûmiyetler söz konusudur.
İkinci neden Kürt okullarının, medreselerin kapatılmasıdır. Medreseleri sadece din, Kur’an öğreten kurumlar olarak değerlendirmemek gerekir. Kürt dilinin, Kürt edebiyatının, Kürt tarihinin öğretildiği kurumlar da medreselerdir. Her şeyden önce medreselerde eğitim dilinin Kürtçe olması Kürtçenin varlığının korunması, gelişmesi için çok büyük bir kaynaktır. Düşünelim ki dini bilgiler, Kur’an öğretimi, Arapça, Farsça öğretimi hep Kürt diliyle yapılmaktadır. Medreselerde eğitim görenler, Ehmedê Xanî’yi, Feqiyê Teyran’ı, Melayê Cizîrî’yi Cîgerxwîn’i… öğrenmektedir. Medreselerin kapatılması Kürtçeyi, Kürtleri önemli bir kaynaktan mahrum bırakmıştır. Laik eğitim Türk diliyle eğitimi zorunlu kılmıştır, Kürtçeyi yasaklamıştır. Laik eğitim Kürtlerin Kürtçenin inkârına ve imhasına dayalı bir eğitimdir.
Bütün bunların dışında medreseler bilgi yanında görgü, terbiye kurallarının öğretilmesinde, geliştirilmesinde de önemli kurumlar olmuşlardır.
Temel sorulara cevap olabilecek üçüncü neden ise 1928 yılında gerçekleştirilen “Harf İnkılâbı”dır. Harf İnkılâbı toplumun geçmişle bağını tamamen kesmiştir. Yeni nesiller, diyelim 1920’lerin başlarından itibaren doğan nesiller kütüphanelere girerek yayımlanan kitaplara, dergilere bakarak geçmişte olup bitenleri öğrenememektedir.
Artık Kürtlerin, Kürt dilinin inkârı söz konusudur. Yeni nesillerin zihni bu inkârla gelişmektedir. Bu inkârla birlikte fiili olarak şunlar da yaşanmaktadır. “Kürtçe diye bir dil yoktur” görüşünü doğrulamak için devlet kütüphanelerindeki bütün Kürtçe kitaplar, dergiler, gazeteler, koleksiyonlar imha edilmektedir, kataloglar değiştirilmektedir. Bugün devlet kütüphanelerinde bu Kürtçe yayınları bulmak çok zordur. Mehmet Emin Bozarslan Jîn’le ilgili çalışmaları sırasında Kürtçe yayınları bulabilmek için çok yoğun çaba sarf ettiğini, Jîn’in bir cildini de tesadüf eseri bir çöplükte bulduğunu ifade etmektedir. Evlerdeki, özel kütüphanelerdeki eserlere ise çeşitli operasyonlar, güvenlik aramaları sırasında el konulmuş, imha edilmiştir. Aslında eğitim kurumları olan medreselerin kapatılmasıyla, “Harf İnkılabı”nı bir arada değerlendirmek gerekir. Bütün bunlar medreselerin ve harf inkılâbının Türkler ve Kürtler bakımından ayrı ayrı anlamları olduğuna işaret etmektedir.
Kürtlerle ilgili politikaları saptamak, uygulamaları geliştirmek, dış koşullarla da yakından ilgilidir. Türkiye bu tür politikaların saptanmasında ve uygulanmasında yalnız değildir. Büyük Britanya, Güney Kürdistan’da (Irak), Fransa Güneybatı Kürdistan’da (Suriye), İran Doğu Kürdistan’da, Sovyetler Birliği Kafkasya’da benzer politikaları yaşama geçirmişlerdir.
Düşünelim ki, Ortadoğu’nun iki köklü devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti ve İran İmparatorluğu’nun devamı olarak İran Şahlığı, dönemin emperyal devletlerinde Büyük Britanya ve Fransa, Kürt isteklerine karşı birlikte hareket etmektedirler. Sovyetler Birliği’nin tutumu da bu dört devletin tutumuyla benzerlik göstermektedir. Kürtlerin denetlenmesi konusunda bu devletler işbirliği ve güç birliği de yapmaktadırlar. İşbirliği ve güç birliği Kürt politikalarının saptanmasında çok büyük bir rahatlık sağlamaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra güney Kürdistan Büyük Britanya tarafından Irak’a, Güneybatı Kürdistan Fransa tarafından Suriye’ye devredilmiştir. Bu, bir mirasın devri gibidir.
Sovyetler Birliği’nde, Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayınlar konusunda olumlu bir politika yürütülmüştür. Ama Sovyetler Birliği-Kürt ilişkilerini belirleyen, Kızıl Kürdistan’a karşı gösterilen tavırdır.
12 Mart rejiminde Diyarbakır’daki “Doğu Duruşmaları”nın Anlamı
Yazının bu bölümünde 12 Mart rejiminde Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde gerçekleşen duruşmalarla ilgili bazı düşünceler, görüşler ortaya koymaya çalışacağım. Bu duruşmalar için “Doğu duruşmaları” kavramını kullanabiliriz. Bu duruşmaların sonuçlarından söz ederek başlamak kanımca daha yararlı olabilir.
1970’erin ortalarından itibaren Komal, Özgürlük Yolu gibi yayınevleri kuruldu. Özgürlük Yolu, Rızgari dergileri yayına başladı. Bunlara, DDKD’lilerin (Devrimci Demokratik Kültür Derneği) yayımladığı Devrimci Demokrat Gençlik ve Tîrêj dergilerini de ilave etmek gerekir. Tîrêj tamamı Kürtçe bir dergi olması bakımından önemlidir. Dergide, Kurmanc ve Kırmanc yani Zaza lehçelerinde yazılar yer alıyordu. Fikirsel düzeyde çok önemli gelişmeler oldu. “Kürdistan sömürgedir” anlayışı etrafında önemli tartışmalar gerçekleşti. 1980’lerin oratalarında gerilla mücadelesi başladı. Bu mücadele sürecinde fikirsel düzeyde yapılan tartışmalar, Kürtleri, Kürt toplumunu, Kürtçeyi, Kürt tarihini, Kürdistan’ı algılama çok daha gelişti. Fikirler halka mal olmaya başladı.
Burada, 1960’ların sonlarındaki, 1970’lerin başlarındaki Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’ndeki düşünsel ortamla ilgili bazı görüşleri, duyguları dile getirmeye çalışacağım. Bu düşüncele elbette eleştirilebilir.
Doktor Tarık Ziya Ekinci, Doktor Naci Kutlay, Avukat Kemal Burkay, Musa Anter, Mehmet Emin Bozarslan, Abdurrahman Uçaman, Hüseyin Musa Sağnıç 1970’lerin ortalarından itibaren, özelikle 1990’lardan itibaren çok önemli çalışmalar yaptılar. Avukat Canip Yıldırım, Avukat Şerafettin Elçi, Terzi Niyazi Tatlıcı, (Niyazi Usta) Terzi Mehdi Zana, Terzi Şemsi, Ali Beyköylü… duruşlarıyla, sohbetleriyle bu sürecin ilerlemesine katkılar sağladılar.
İbrahim Güçlü, Mümtaz Kotan, Orhan Kotan, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Recep Maraşlı, İhsan Aksoy, Ümit Fırat… yazılarıyla, mahkeme savunmalarıyla sürecin sağlıklı gelişmesinde rol oynadılar.
Av. Şerafettin Kaya, Av. Ruşen Aslan, Av. Yücel Önen, bu sürecin hem avukatı, hem tanığı, hem mahkûmu oldular.
Mehmet Uzun, Mahmut Kiper, Nevzat Sağnıç, Mehmet Emin Aslan… çok genç yaşlarında bu süreci yaşadılar.
Yukarıda isimleri anılan arkadaşların neler yaptıkları, sürece nasıl katkılar sağladıkları bu yazının konusu değil. Bu sadece küçük bir saptama. Çok iyi işler yapıldığını ifade etmeye çalışan küçük bir saptama. Dile getirilmesi gereken, unuttuğum kişiler de olabilir…
Sorun şu: 1970’lerin başında, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde nasıl bir ruhsal ve düşünsel ortam vardı?
Askeri savcı iddianamesinde, dünyada, Kürt diye bilinen bir halk, bir kavim olmadığını, Kürtçe diye bilinen bir dil olmadığını, Kürt denenlerin aslının Türk, Kürtçe denen dilin aslının Türkçe olduğunu iddia ediyordu. Aksini konuşanların, yazanların suç işlediklerini vurguluyordu. Burada dikkate değer bir süreç yaşanıyor. Kürt aydınlarının büyük bir kısmı toplanmış. Üniversitelerde tahsil gören öğrencilerin önemli bir kısmı toplanmış. Esnaf, serbest meslek sahipleri, İşçiler, köylüler, toprak sahipleri, topraksız köylüler, din adamları toplanmış. Bütün bunlar gözaltına alınmışlar, tutuklanmışlar, sıkıyönetim tutukevine getirilmişler. Büyük bir kitle… Devlet, askeri savcılık böyle bir gruba karşı, Kürtlerin tarihsel ve toplumsal varlığını, Kürtçe’nin dil olarak varlığını inkâr ediyor. Devlet hangi cesaretle böyle bir inkâr yapabiliyor. O günlerdeki ruhsal ve düşünsel ortam nasıldır?
Bu tür hakları savunacak olanlar elbette başta burjuvazidir ama Kürt burjuvazisinin oluşumunu engellemek devletin önemli politikalarından biridir. Kendi ülkesinde üretim, yatırım, dağıtım, denetim yapan bir burjuvazinin, Kürt burjuvazisinin oluşumunun engellenmesi devletin hassasiyetle üzerinde durduğu bir politikadır. Bu durumda, bu tür hakları savunmak için aydınlar, küçük burjuvazi, öğrenciler öne çıkmışlardır. Bu kitleye karşı da devlet Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkâr etmeyi sürdürmektedir. Devletin önemle üzerinde durduğu diğer bir politika Kürt sorununun siyasal partilere bulaştırılmasına engel olmaktır. Diğer bir politika da üniversitelerin Kürt sorununa bulaştırılmasına engel olmak yani üniversitelerin Kürtlerle ilgili araştırma, inceleme yapmasına engel olmaktır.
Yukarıda isimleri belirtilen bazı arkadaşların 1970’lerin ortalarından, sonlarından, özellikle 90’lardan itibaren çok iyi, çok değerli çalışmalar yaptıklarını belirtmeye çalışmıştım. Ama 1960’ların sonlarında, 1970’lerin başlarında, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır sıkıyönetim Tutukevi’nde durum nasıldır? Bu konuyla ilgili bazı gözlemelerimi dile getirmeye çalışacağım.
19. yüzyılın sonlarından itibaren yayımlanan Kürtçe dergiler, gazeteler, yine o yıllarda kurulan, faaliyet gösteren Kürt örgütleri bilinmiyordu. Kurdistan, Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Rojî Kurd, Hetawî Kurd, Jîn… bilinmiyordu. Kurdistan Azm-i Kavi Cemiyeti, Hêvî Kürd Talebe Cemiyeti, Kürd Ma’arifi Neşriyat cemiyeti, Kürd Teşkilatı İçtimaiye Cemiyeti gibi örgütler bilinmiyordu. Örneğin, askeri savcının Kürt yoktur, Kürtçe diye bir dil yoktur, Kürtçe denen dil yazı dili değildir iddialarına karşı herhangi bir arkadaşın “bu iddialar anlamsızdır, ben Kürtçe dergiler, gazeteler olduğunu biliyorum… Falancanın evinde, falancanın kütüphanesinde bunları görmüştüm, incelemiştim” gibi açıklama, itiraz duymadım.
Devrimci Doğu Kültür Ocakları mensubu arkadaşlar Kürt olduklarını, Kürtçe’nin Türkçe’den, Arapça’dan, Farsça’dan bağımsız bir dil olduğunu elbette biliyorlardı. Fakat tarihsel ve toplumsal temel duruş değildi. Geçmiş hakkındaki bilgiler çok cılızdı. Medreselerde okuyan arkadaşlar eski alfabeyi, Osmanlıca, Kürtçe yazılmış metinleri okuyabiliyorlardı. Bunların Kürt dili, Kürt edebiyatı hakkındaki bilgileri daha sağlıklıydı.
Yukarıda, devletin Kürt aydınları, üniversite öğrencileri ve esnafına karşı Kürtlerin ve Kürdistan’ın varlığını nasıl inkâr ettiğini, bu cesareti nereden bulabildiğini sormaya çalışmıştım. Bu ortam bunu biraz açıklıyor. Tarihsel ve toplumsal temel hakkında güçlü bir birikim olmaması inkârı yapanlara cesaret verebilmektedir.
1920’lerin ortalarından itibaren doğanların eski alfabeyi bilmemeleri dolayısıyla geçmişi bizzat, esas belgeleri okuyarak öğrenememeleri doğaldır. Arkadaşlardan sadece Musa Anter eski alfabe ile öğrenim görmüş olabilir.
Tek ciddi kaynak, İslam Ansiklopedisi’ndeki Kürtler maddesiydi. Minorski tarafından yazılan bu inceleme, İslam Ansiklopedisi’nin 1950’lerde yayımlanan 6. Cildinde yer bulmaktadır. İslam Ansiklopedisi Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanmaktadır. Bugün Diyanet İşleri Başkanlığı da İslam Ansiklopedisi yayımlamaktadır. Şimdiye kadar 38 cildi yayımlanmıştır. Bu ansiklopedide Kürtler maddesi yer almamaktadır. 26. Ciltte Kürdili Hicazkâr maddesi vardır ama Kürtler, Kürtçe vs. yoktur. Bu bakımdan Milli Eğitim Yayınevi tarafından 1950’lerde yayımlanan (Cilt 6) İslam Ansiklopedisi’nin çok ileri olduğu söylenebilir. Bu Fransızca’dan tercüme edilen bir ansiklopediydi. 12 Eylül’den sonra devlet kütüphanelerindeki İslam Ansiklopedilerin 6. ciltleri parçalanmış, Kürtler maddesinin yer aldığı formalar çıkarılmış, altıncı cilt yeniden ciltlenmiştir.
167 Sayfalık İddianameye Cevap Metni
İşte bu ortamda bir savunma dikkati çekmektedir. 167 sayfalık iddianameye cevap metni Kürt politik ve toplumsal tarihinde Kürt toplumunun tarihsel evriminde çok önemli bir aşamadır. İddianameye cevap metnin nasıl hazırlandığı, tutukevindeki arkadaşların bu savunma girişimine karşı tepkileri bu yazının konusu dışındadır. Yalnız şu konu önemlidir.
Sıkıyönetim Askeri mahkemesi, savunmanın, duruşmada okunmasının engellenmesi için çok büyük bir çaba harcamıştır. İkna, tehdit, rüşvet, her türlü yol denenerek bu engelleme sürdürülmeye çalışılmıştır. Ancak DDKO mensubu arkadaşlar da büyük bir direnme sergilemişlerdir. Bu da bir ilk kurşundur. 1984’te başlayan gerilla mücadelesi bir ilk kurşundur. İlk kurşun her zaman mermi olmuyor. 167 sayfalık iddianameye cevap metni de ilk kurşundur.
12 Mart 1971, Nedenler?
Türkiye’de 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980) gibi askeri darbeler incelenirken Kürt sorununa hiç değinilmez. Darbe nedenleri arasında Kürtler, Kürt sorunu sayılmaz. Öğrenci hareketleri, işçi hareketleri hükümetin sorunları etkisiz hale getirmekte yetersiz kaldığı vurgulanır ama Kürt sorununa hiç değinilmez. Bu tutumun temel nedeni Kürtlerin bilincine, Kürt sorununu çarptırmamaktır. Hâlbuki bütün askeri darbelerin ana nedeni Kürt sorununu geriletmek, Kürtlerin Türk olduğu, Kürtçe diye bir dil olmadığı görüşünü yaygınlaştırmaktır. Bu yaygınlaştırma özellikle Kürtler arasında yapılmalıydı. Darbeden hemen sonra Kürtlere karşı geliştirilen operasyonlar bunu açıkça göstermektedir. 27 Mayıs’tan sonra gerçekleştirilen Sivas Kampı, 55 Ağalar, 12 Mart’tan sonra Kürt bölgelerindeki geliştirilen yoğun operasyonlar 12 Eylül’den sonra Diyarbakır Zindanı’nın yaşama geçirilişi çok açık kanıtlardır.
1960’ların başlarında Mela Mustafa Barzani’nin Güney Kürdistan’da Kürtlerin hakları ve özgürlükleri için mücadeleye başlaması, mücadelenin Kuzey Kürtlerini etkilemeye başlaması, devlet için çok önemli bir tehlike, tehdit olarak algılandı. “Barzanlı olayının arkasındaki büyük tehlike”nin giderilmesi devlet için çok önemli bir çabaydı. Devlete, “çanlar kimin için çalıyor” şeklinde sorular soruluyordu. 27 Mayıs’ı bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
1960’ların sonlarında Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi, Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi yoğun bir şekilde gelişiyordu. Bunlar illegal partilerdi. Kürt bölgelerinde hızlı bir gelişme söz konusuydu. Doğu mitingleri 1967’de bu süreçte yapılmıştı. Türkiye İşçi Partisi de Doğu Mitinglerinin gerçekleştirilmesinde önemli bir rol almıştı. Ankara’da ve İstanbul’da üniversite öğrencileri tarafından kurulan Devrimci Doğu Kültür Ocakları hızlı bir örgütlenme sürecindeydi. Kürtler arasında milli duygular yeşeriyordu. Devletin bunu tehlike ve tehdit olarak algılaması doğaldı. 12 Mart rejiminin önemli bir nedeni işte bu sürecin önünü kesmekti.
12 Eylül darbesinin önemli nedenlerinden biri yine Kürtlerde gelişen milliyetçi hareketleri bastırmak, geriletmekti.
12 Mart’ın Kürt sorununu geriletmek Kürtlere Türk olduklarını öğretmek, öğrenmek istemeyenlere haddini bildirmek gibi çok önemli bir amacı vardı. Fakat Devrimci Doğu Kültür Ocakları’ndan bir grup yurtseverin savunması, devletin bu politikasını bozdu. Bu savunmada içerikten çok DDKO mensuplarının duruşu önemlidir. Bu, yargılayan bir savunmadır. Bu yargılayan savunmanın mahkeme huzurunda okunabilmesi yolunda kararlı bir direniş sergilenmesi önemlidir. Bu savunmanın okunması için, resmiyet kazanmasının engellenmesi için, istihbaratın aileleri devreye soktuğu, ikna rüşvet, tehdit, şiddet yöntemlerini uyguladığı bilinmektedir. Bunlara rağmen bu yargılayan savunmanın okunabilmesi Kürt toplumunun evriminde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. Bu tutum bütün Kürtlere güçlü bir moral vermiştir.
12 Mart darbesinin önemli bir nedeni Kürtleri, Kürt sorununu geriletmekti, gündemden düşürmekti ama devlet yukarıda belirtmeye çalıştığım savunmayla, hiç beklemediği bir durumla karşılaştı. Bu, Kürtlerde çok önemli bir moral yarattı. Mehmet Emin Bozarslan, Malmîsanij gibi araştırmacılar 19. yüzyılın sonlarından itibaren Kürtlerde görülen kültürel gelişmeler ve örgütlenme faaliyetleri ile ilgili çalışmalar yaptılar. Bu çalışmaların belgelerini yayınladılar. Bu yazının başında isimlerini belirttiğim yazarlar, aydınlar… Kürtler, Kürdistan, Kürtçe hakkında, Kürt tarihi, Kürt toplumu hakkında çok değerli çalışmalar yayımladılar. 1980’lerin ortalarında başlayan gerilla mücadelesiyle bu süreç daha da yoğunlaşmıştır. Kürt tarihini, Kürt toplumunun tarihsel gelişimini, Kürt dilini artık Kürtler yazmaya başlamışlardır.
Bütün bu gelişmelere rağmen bu yazının başında sormaya çalıştığımız sorular yine ortadadır. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Kürtlerdeki kültürel gelişmelere rağmen, Cumhuriyetle birlikte Kürtlerin toplumsal varlığı, Kürtçenin dil olarak varlığı nasıl inkâr edilebilmiştir? Devlet, Cumhuriyet bu cesareti nereden bulabilmiştir?
1970’lerde, Kürt aydınlarını, yazarlarını, esnafını, üniversite öğrencilerini… bir sıkıyönetim tutukevinde toplayan devlet bu inkar sürecini nasıl sürdürebilmiştir? Mehmet Emin Bozarslan ve Malmîsanij’ın çalışmaları her zaman bu soruların gündeme gelmesine neden oluyor.
Burada bir konuya dikkat çekmekte yarar vardır. 27 Mayıs’ın (1960), 12 Mart’ın (1971), 12 Eylül’ün (1980), 28 Şubat’ın (1997) önemli bir nedeninin de Kürt sorunu olduğunu, Kürt sorununu geriletmek için askeri darbe yapıldığını belirtmeye çalışıyoruz. Ama bu mümkün olmuyor. Zaman bunu mümkün olmadığını gösteriyor. Sorun, ileri bir aşamada daha güçlü bir şekilde kendini dayatıyor. Artık, devletin, hükümetin, bu gelişmeyi idrak etmesi, demokratik çözümler yolunda projeler geliştirmesi bir zorunluluk olmaktadır. Türkiye’de demokrasinin gelişmesi, kökleşmesi, sağlıklı bir toplumsal yaşam, sağlıklı bir siyasal hayat, güçlü bir ekonomi için bu zorunlu olmaktadır.
28.05.2010