Bu yazıda, İskilipli Atıf Hoca ile ilgili bazı anılara, değerlendirmelere, gelişmelere dikkat çekmek istiyorum. Atıf Hoca ile ilgili süreç, 1920’lerdeki, tek parti dönemindeki düşün ortamı konusunda, Türk siyasal kültürü konusunda önemli ipuçları vermektedir.
Alaattin Bilgi’nin, İskilipli Atıf Hoca İle İlgili Anıları
Alaattin Bilgi’yi (d. 1925) Kapital çevirilerinden, yazılarından dolayı, daha önce de tanıyordum. Arkadaşlığımız ise, 1990’lı yılların başlarında gelişti. 1991, 1992, 1993 yıllarında, Yurt Kitap-Yayın’da, sık sık bir araya gelir, görüşür olduk. Yurt Kitap-Yayın’da, Alaatin Blgi’nin kitapları da yayımlanıyordu. Yayınevi o yıllarda, Kızılay’da, Onur İş Hanı’ndaydı.
Sohbetlerimiz sırasında Alaatin Bey, benim İskilipli olduğumu öğrendi. Bunun üzerine, bana, İskilipli Atıf Hoca ile ilgili çok değerli, dikkate değer anılarını anlattı. Atıf Hoca ile ilgili sağlıklı bilgileri Alaattin Bilgi’den aldığımı söyleyebilirim. Alaatin Bilgi’nin bilgileri, babasının anlatımlarına ve kendi gözlemlerine dayanıyor.
Ansiklopedilerde, Türkiye’nin toplumsal tarihi ve siyasal tarihi gibi kitaplarda, Atıf Hoca, Mehmet Atıf Efendi, gibi adlarla değil, İskilipli Atıf Hoca (1876-1926) olarak anılıyor. İskilip’in Toyana isimli köyünde doğup büyüdüğü için bu adla anıldığını sanıyorum.
İskilipli Atıf Hoca, 1924 yılında yazdığı, “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli risalesinden dolayı, 1926 yılında, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından yargılanıp idama mahkum ediliyor. İdam hükmü çok kısa bir zamanda, 4 Şubat 1926’da yerine getiriliyor, infaz gerçekleştiriliyor. İskilipli Atıf Hoca, şapka inkılabına, başka bir deyişle batılılaşmaya karşı olduğu için idam ediliyor. Bu görüşleri, 1925 yılında çıkarılan “Şapka Giyilmesi Hakkında Kanun”a aykırı bulunuyor. İdam edildiğinde 50 yaşlarında olduğu anlaşılıyor.
Çocukken, lise yıllarında İskilipli Atıf Hoca adıyla karşılaşmadım. Atıf Hoca adını 1950’lerin sonlarında, yani üniversite yıllarında duydum. Çok ilgimi ve dikkatimi çekti. Bundan sonra, İskilip’de, birkaç kişiyle Atıf Hoca’yı konuşmak, daha doğrusu, Atıf Hoca hakkında bilgi edinmek istedim. Tatmin edici cevaplar alamadım. 1970’lerde, 80’lerde de Atıf Hoca, İskilip’de konuşulan adı yadedilen bir kişi değildi. 1980’lerin sonlarında, 1990’ların başlarında durum değişti. Çeşitli olaylar vesilesiyle Atıf Hoca’nın adı anılır oldu. İskilip’de yayımlanan İskilip’n Sesi Gazetesi’nde, bu yıllarda, Atıf Hoca’yla ilgili geniş bir yazı yayımlandı. Alaattin Ağabey’in, Atıf Hoca hakkında, daha doğrusu, Atıf Hoca’nın eşi ve kızı hakkında anılarını dile getirmesi, bu döneme rastlıyor. Alaattin Ağabey’in anılarını şu şekilde toparlamaya çalışacağım:
İskilipli Atıf Hoca babamın arkadaşıymış. 1910’lu yıllarda, babamla birlikte müderrislik yapmışlar. İstanbul’da Darülfunun’da da çalışmışlar. Babam, annem, Atıf Hoca’yı, ailesini çok yakından tanıyordu. Atıf Hoca’nın idam edilmesinden sonra, eşi ve kızı çok zor yıllar geçirmişler. Günler onlar için çok uzun sürmüş… İdamdan sonra ailesi, İskilip’e, İstanbul’a veya başka bir yere gitmemişler. Yaşamlarını Ankara’da sürdürmeye çalışmışlar.
Alaattin Bey’in anıları 1930’lu yılların başlarına ilişkin. O yıllarda Atıf Hoca’nın eşinin, kızının evlerine zaman zaman ziyarete geldiklerini anlatıyor.
O zaman, Hacıbayram Camii civarında bir evde oturuyorduk. Babam Ankara Müftülüğü’nde çalışıyordu. Zaman zaman evimize bir kadınla kızının geldiğini görüyordum. O zaman 8-10 yaşlarındaydım. Ana-kızın akşamları, hava karardıktan sonra geldiğini görüyordum. Gündüz vakti, aydınlıkta geldiklerini hiç hatırlamıyorum. Karanlıklar içinde, kimselere fark edilmeden, etrafı kollayarak, sessizce, ürkek ürkek yavaş yavaş geliyorlardı. Kızın, anasının eteğine yapışarak, neredeyse, anasının eteğinin içine girerek, geldiğini anımsıyorum. Bizim eve geldiklerinde, sokak kapımıza, sessizce, usul usul ürkerek tık tık vuruyorlardı. Annem o vakitlerde, Atıf Hoca’nın eşinin ve kızının geldiğini anlar, hemen kapıya koşar, kapıyı sessizce açar, sokağın altına üstüne, sağına soluna şöyle bir bakar, misafirleri sessizce içeri alır, kapıyı usulca kapatırdı. Bu ziyaretleri, kimselerin fark etmemesine, görmemesine, duymamasına özen gösterilirdi. Gerek ana-kız, gerek annem, kapılardan sessizce geçer, merdivenleri yavaş yavaş usul usul çıkarlardı. Oturma odasına vardıklarında, ana-kız, sobanın yanına usulca çökerlerdi. Annemle Atıf Hoca’nın eşi fısır fısır konuşurlardı. Ben o konuşmaları çoğu zaman duyamazdım. Annem hemen biraz yiyecek getirirdi. Bazen çerez çemez getirirdi. Ana-kızı önlerine konanları sessice yemeye çalışırlardı. Yüzlerinden, hareketlerinden, konuşmalarından derin bir acı, hüzün aktığını hissederdim. Hep yavaş yavaş konuşma egemendi. Annem, onlara karşı sevgi, şefkat doluydu. Kendisine anlatılanları derin bir hüzün içinde dinlerdi. Atıf Hoca’nın eşi konuşurken, annem onlara sık sık metanet dilerdi. Annemin, duygularını, daha çok bakışlarıyla, el-yüz hareketleriyle ifade ettiğini anımsıyorum. Bazen bu konuşmalara babam da katılırdı. Babam da yavaş yavaş sessizce konuşurdu. Onlara sık sık ihtiyaçları olup olmadığını sorardı. “Bizim kapımız size her zaman açık, bize her zaman gelin…” derdi.
Anneme, gördükleri, yaşadıkları baskıları, eziyetleri anlatırlarmış. Evleri devamlı gözetim altındaymış. Evlerine giren-çıkan izleniyormuş. Bu yüzden olsa gerek evlerine gelen giden de olmuyormuş. Hiçbir gelirlerinin olmadığını, köyden de bir şey gelmediğini, tanıdıklarının da kendilerinden uzak durmaya çalıştıkların anlatırlarmış… Kız benden büyüktü. 16-17 yaşlarında olmalıydı. Fakat kızın konuştuğunu hiç hatırlamıyorum. Hep anası konuşurdu. Ananın da kızının da utangaç, ürkek bir halleri vardı. Ziyarete geldikleri eve sıkıntı verdiklerini söylüyorlardı. Annem hiçbir sıkıntı vermediklerini, onları görmekten çok sevindiklerini, her zaman beklediklerini, rahat olmalarını, rahat oturmalarının söylerdi.
Misafirler evimizde fazla kalmazlardı. Akşam ezanından sonra gelirler, yatsı olmadan giderlerdi. Annem ana-kız için küçük bir çıkın da hazırlardı. Çıkın içinde elma kurusu, kayısı kurusu, kuru üzüm, ceviz, bulgur, fasulye, ekmek gibi gıda maddeleri olurdu. Annemin misafirlerine zaman zaman para verdiği de olurdu. Kadın çıkını sessizce koltuğunun altına alır, yerlerinden usulca kalkarlardı. Kapılardan sessizce geçerlerdi. Annem onları sokak kapısından uğurlardı. Annem sokak kapısını yavaşça açardı. Misafirler kendilerini yavaşça sokağa bırakırlardı. Gerek misafirler, gerek annem, sokağın yanını yöresini, sağını solunu şöyle bir kolaçan ederlerdi. Annem kapıyı sessizce kapatır, misafirler, yavaş yavaş evlerine doğru yola koyulurlardı. Onlar da bizim eve yakın bir sokakta oturuyorlardı.
Dinsel görüşlerinden, tutumlarından, kıyafetlerinden, davranışlarından, siyasal düşüncelerinden dolayı, idama mahkum edilmiş, ve infazı gerçekleştirilmiş bir kişinin, bir din aliminin, geriye kalan yakınları, eşi ve kızı. Alaattin Bey’in anılarından, bunların nasıl yaşadıkları, kuşatılmışlıkları, kıstırılmışlıkları dile getiriliyor. İnsanın her şeyi gözleriyle görmesi gerekmiyor. İnsanlar, çevrelerinde olup bitenleri, yakın tarihlerde olup bitenleri yürekleriyle de görebilirler. İnsanlar, böyle bir yaşamın, kuşatılmışlık, kıstırılmışlık, tecrit edilmişlik ve yoksulluk halinin, nasıl yaşandığını yürekten duyarak hissederek olup bitenleri yakından görebilirler.
İskilip’de, Atıf Hoca, artık, yakından biliniyor. İsmi artık sık sık gündeme geliyor, anılıyor. Fakat yukarıda sözünü ettiğim İskilip’in Sesi Gazetesi’nde anlatılanlar çok ibret vericiydi. Gazetede, kısaca şunlar yazılıydı. Atıf Hoca için idam kararı açıklandıktan sonra, gizli devletden bir heyet, İskilip’e gidiyor. Bu heyet, gizlice tebdil-i kıyafet eyleyerek, çarşıda, pazarda, kahvehanelerde, şadırvanlarda, halkın toplu olarak bulunduğu alanlarda, Atıf Hoca hakkında soruşturmalar yapıyor. Halka, “Atıf Hoca hakkında ne biliyorsunuz?”, Atıf Hoca kimdir?”, “Atıf Hoca ne yapmıştır?”, “Atıf Hoca’yı tanır mısınız?” “Atıf Hoca’yla akrabalığınız, yakınlığınız var mıdır?” gibi sorular soruyor. Kendileriyle konuşulan kişiler de genel olarak, “Atıf Hoca’yı hiç tanımayız”, “Atıf Hoca kimdir bilmeyiz”, “Atıf Hoca’yı görmüşlüğümüz yoktur”, “Atıf Hoca’yı tanımam, Atıf Hoca kimse, hiçbir yakınlığım, akrabalığım yoktur” vs. diyorlar. Bu cevaplar, bu tutumlar, bu davranışlar, herhalde, Atıf Hoca’nın kolayca, hükümden hemen sonra infaz edilmiş olmasını sağlamış olmalı… Bu cevaplar, eşinin ve kızının kuşatılmış ve kıstırılmış yaşamlarının, tecrit edilmiş ve yoksul yaşamlarının ipuçların da veriyor olmalı…
Atıf Hoca’nı doğduğu köyün adı artık Toyana değil. Köy, artık, Tophane olarak biliniyor. Ankara’dan, Çankırı yolundan İskilip’e giderken, İskilip-Bayat yol ayrımına varmadan, sağ tarafta bulunuyor.
İskilip’in Sesi Gazetesi’nin anlatımları ve Alaattin Bilgi’nin anıları bir bütünlük oluşturuyor.
Bu bilgiler 1920’lerin ortalarında, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal hayatı hakkında açıklamalar yapılırken önemli olgusal dayanaklar oluşturuyor.
Alaattin Ağabey’in İskilipli Atıf Hoca hakkındaki değerli anılarını hoş bir tesadüf, hoş bir karşılaşma sonucu öğrendim. Tesadüfler bazen böyle, güzel sonuçlar da ortaya koyabiliyor.
Alaattin Ağabey’e bu anlatımlarından dolayı teşekkür ediyorum. Bu vesileyle, Atıf Hoca’nın manevi kişiliğini saygıyla anıyorum.
İskilipli Atıf Hoca’ya Daha geniş Bir Çerçeveden Bakmak
İskilipli Atıf Hoca ile ilgili yargı ve infaz sürecine biraz daha geniş bir çerçevede bakmakta yarar var.
23 Aralık 1930’da Menemen’de, “irtica” denen bir olay yaşandı. Bu olaydan sonra, Menemen’de Divan-ı Harbi Örfi (Sıkıyönetim Mahkemesi) kuruldu. Mahkemenin başkanı Mustafa Muğlalı’ydı. Mustafa Muğlalı Temmuz 1943 deki “33 Kurşun Olayı”ndan yakından biliniyor.
Mahkeme, 30 kişiyi idam cezasına çarptırdı. 30 kişi arasında, Nakşi Şeyhi, Hewler’den Kürd Mehmet Esat Erbili (1847-1931) ve yeğeni Ali Efendi de vardı. Bu iki kişi hastanede yaşamlarını yitirdi. (Osman Tiftikçi, İslamcılığın Doğuşu, Osmanlı’dan Günümüze, Türkiye’de Gelişimi Akademi Yayınevi, İstanbul, Ağustos, 2011, s. 320-322) Geriye kalan 28 kişi idam edildiler. (Şeyh Mehmet Esat Erbili’nin, sanatçı Mehmet Ali Erbil’in dedesi olduğu söylenmektedir.)
Atıf Hoca’nın, Kürd Mehmet Esat Erbili ile ilişkili olduğu, aynı siyasal cemiyetin, tarikatın üyesi olduğu belirtilmektedir. Şeyh Mehmet Esat Erbili’nin, ise, Güney Kürdistan’da, Şeyh Mahmud Berzenci’nin yakın arkadaşı olduğu, dile getirilmektedir. Serbest Fırka’nın kurulduğu ve Ağrı direnişinin devam ettiği günlerde, Mehmet Esad Erbili’nin de, basında, sık sık adı geçmektedir. Şeyh Mahmud Berzenci ise, 1919-1922 yılları arasında İngilizlere karşı, Kürd milli hakları için savaşan bir Kürd lideridir. İngilizler, Şeyh Mahmud Berzenci’yi ve bütün taraftarlarını yok etmek için yoğun bir çaba sarfetmişlerdir. İngilizler, Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimlerinden de bu doğrultuda faaliyet yürütmelerini istemişlerdir. Bu düşüncenin, çeşitli kaynaklarla ve belgelerle test edilmesinde büyük yarar vardır.
Atıf Hoca’nın Mezar Yeri, Mezarın İskilip’e Taşınması
İskilipli Atıf Hoca, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından, idama mahkum edildi. İnfaz 4 Şubat 1926 günü gerçekleştirildi. O gün cenazeye sahip çıkan olmadığı için, Atıf Hoca’nın cesedi, Mamak’da, Kimsesizler Mezarlığı’na gömüldü. Mamak’daki Kimsesizler Mezarlığı 1954’de, Gülveren ve Çınçın arasındaki Asri Mezarlık’a taşındı. Atıf Hoca’nın mezarı o bölgede kalmış ve orada Savaştepe Parkı yapılmış.
Hatay eski milletvekillerinden Mehmet Sılay, Atıf Hoca’nın mezar yeri ile çok ilgilenmiş. 2000’de, mezar yerinin tesbiti için yoğun bir çaba göstermiş.
1926’da Ankara İstiklal Mahkemesi’nde zabıt katibi olan bir kişi, Atıf Hoca’nın mezarının yerini biliyormuş. Bu, Atıf Hoca’ya saygı duyan, haksız bir şekilde idam edildiğine inanan bir kişiymiş. Zaman zaman, Atıf Hoca’yı mezarında ziyaret eder, dua edermiş. Bu kişi oğluna da Atıf Hoca’yı anlatmış, mezar yerini göstermiş.
Mehmet Sılay ve arkadaşları, soruşturmalar sonunda, bu kişiyi öğrenmiş. Tanışmışlar. Bu kişi Mehmet Sılay’a mezar yerini göstermiş. Mezar açılmış. DNA örnekleri alınmış. Atıf Hoca’nın Toyana Köyü’ndeki yeğenlerinin, DNAlarıyla karşılaştırılmış. Sonunda, Atıf Hoca’nın, mezar yeri, cesedi bulunmuş. Mehmet Sılay doktor olduğu için, bu işlemlerin kolayca yapılmasını sağlamış.
Daha sonra, Atıf Hoca’nın cesedi İşkilip’e taşınır. Dönemin Belediye Başkanı Orhan Öztürk; mezarın, Ankara’dan İskilip’e taşınmasında gayret gösterir. Ceset, 22 Temmuz 2008’de, İskilip’de hazırlanan mezara gömülür. Defin işlemi sırasında, dönemin Belediye Başkanı Orhan Öztürk, Mehmet Sılay ve Arkadaşları hazır bulunur.
Atıf Hoca’nın mezarı, hali hazırda, İskilip’de, Gülbaba Mezarlığı ile eski trafo arasında bir yerdedir. Anıt Mezar da yapılıyor.
İskilip Devlet Hastanesi’nin adı da, İskilip Atıf Hoca Devlet Hastanesi olarak değiştirilmiştir.
Önemli Bir Sorun
Zaman zaman, basında, “İskilipli Atıf Hoca’ya itibarı iade edilmelidir.” şeklinde haberler yer almaktadır. İade-i itibar ile ilgili haberleri çeşitli gazetelerde görmek, televizyonlardaki çeşitli programlarda izlemek mümkündür. Bu kampanyaların yanlış olduğunu düşünüyorum.
Çünkü Atıf Hoca her zaman itibarlı olmuştur. Atıf Hoca, Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından yargılansa da, idam edilse de, cesedi “Kimsesizler Mezarlığı”na atılsa da, her zaman itibarlı olmuştur. “İade-i itibar haberleri, insanda şöyle bir çağrışım yaptırıyor: Sanki itibarını kaybetmiş de, yeniden itibara kavuşması için, itibarının iade edilmesi için çaba sarfediliyor. Halbuki, durum hiç öyle değildir. İtibarlı olma, saygı görme anlamına gelmektedir. İtibarlı olan saygı gören, sözü dinlenen bir kişidir. Gerek İskilip’de, gerek İslami kamuoyunda, Atıf Hoca her zaman saygı görmüştür.
İskilipli Atıf Hoca’nın manevi olarak yaşatılması için her şey yapılmalıdır. Yaşamı, düşünceleri, yazıları, yargılanması, idamı, dikkate değer bir süreçtir. 1926 yılındaki sahipsizliği, 2000’lerde sahip çıkılması incelenmesi, irdelenmesi gereken bir süreçtir.
Bunlar elbette yapılmalıdır. Ama, “Atıf Hoca’ya itibarı iade edilmelidir” gibi, “Atıf Hoca’ya itibarı iade edildi” gibi düşünceler yanlıştır. Bu konularda çaba harcamak yanlıştır. Çünkü İskilipli Atıf Hoca, her zaman itibarı olan, itibarını koruyan bir kişidir.