Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın Değerli Başkanı,
Değerli Jüri Üyeleri,
Ödül Komitesi’nin Değerli Başkanı
Değerli Konuklar…
Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Hrant Dink’i sevgiyle anıyorum.
Uluslararası Hrant Dink 2012 Ödülü için beni seçmeniz bana büyük bir onur ve gurur verdi.
Ödüller, her zaman sorumluk da yükler. Bu sorumluluğu taşımaya çalışacağım.
Bu münasebetle, Yakındoğu kavramı üzerinde kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum. Yakındoğu, Bizans döneminden beri kullanılan bir kavram. Bizans, İstanbul’dan itibaren, Doğu’ya doğru coğrafyayı, Yakındoğu, Ortadoğu ve Uzakdoğu şeklinde bölmüştü. Yakındoğu içinde Anatolia, Pontus, Lazistan, Kapadokya, Ermenistan, Kürdistan, Kilikya, Mezopotamya, Turabidin… gibi bölgeler vardı. Anatolia, bugün Ege Bölgesi denilen bir bölgeydi, Hatta, Ege’nin de küçük bir kesimi. Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Buz Denizi’nden Umman Okyanusu’na kadar olan bölgeyi içine alıyordu. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında bir yerde kalıyordu. Uzakdoğu, Çin, Mançurya, Kore, Japonya, İndonezya gibi coğrafyaları içeriyordu. (bk. Ahmet Önal, Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden? kurdistan-post.eu 15 1.2012)
Yakındoğu, uzaktan gelenler tarafından imha edilmiştir. Yakındoğu’nun yerli halkları, Rumlar-Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Lazlar, Ezidi Kürdler, Kızılbaşlar (Aleviler)… uzaktan gelenler tarafından imha edilmiştir. Bu sürecin nasıl yaşandığına kısaca bakmak istiyorum.
İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına göre yeniden düzenlemek gibi bir projesi vardı. Osmanlı ekonomisini millileştirmek yine önemli bir amaçtı. Adriyatik Denizi’nden Büyük Okyanus’a kadar varacak bir imparatorluk düşünülüyordu. Fakat bu Türk imparatorluğu olacaktı. Rumlar, Ermeniler öbür Hıristiyan halklar bu projede önemli pürüzlerdi. Kürdler gibi, Müslüman olan ama Türk olmayan halkların durumu da önemliydi. Türk ve Kürd olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşların, (Alevilerin) durumu da dikkate alınıyordu.
İttihatçılar, açık-gizli bütün toplantılarında bu proje üzerinde çok durdular, projeyi geliştirdiler. Balkan yenilgisinden sonra, bu proje üzerinde daha kararlı bir şekilde durdular. Ayrıntılı planlar, programlar geliştirdiler. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Ege’deki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecekti. Ermenilerin nüfusu, tehcir adı altında çürütülecekti. Kürdler Türklüğe, Kızılbaşlar Müslümanlığa asimile edilecekti. Süryani gibi öbür Hıristiyan halklara, Ezidi Kürdlere de benzer politikalar uygulanacaktı. Göçe zorlanan Rumların ve nüfusu soykırımla çürütülecek olan Ermenilerin zenginliklerine, taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar Müslüman Türk eşrafın denetimine sunulacaktı.
Birinci Dünya Savaşı, İttihatçıların aradığı fırsat verdi. Savaş başlar başlamaz Rum-Pontus sürgünleri başladı, savaşın ilk yılı içinde Ermeni sorunu “halledildi”. Geriye kalan iki sorun da, Cumhuriyet döneminde, İttihatçıların devamı olan yönetimlerce sistematik bir şekilde yaşama geçirildi. Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallar üzerinde, büyük bir yağma gerçekleşti. Bu şekilde, Osmanlı ekonomisi, Türk ekonomisi millileşmiş oldu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin çok önemli bir boyutu budur. Bugün, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerine Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır.
Yakındoğu bu süreçte imha edildi. Almanlar Yakındoğu’nun imhasına çok yoğun bir destek verdiler. 1919-1920 yıllarında Milletler Cemiyeti döneminde de, Büyük Britanya ve Fransa gibi dönemin emperyal devletleri Yakındoğu’nun imhasında önemli rol aldılar. “Yakındoğu İşleri İle ilgili Lozan Antlaşması” Yakındoğu kavramını kullanıldığı son uluslararası metin oldu. Anadolu, artık bugünkü T.C.’nin Asya topraklarını anlatır bir kavram oldu. Yakındoğu’dan kalanlar Ortadoğu içine alındı.
Bu süreçde, Kürdlerin durumunu iki safhada ele almak gerekir. İttihatçılar, daha sonra Kuva-yı Milliye (Kemalistler), Ermenilerle, Süryanilerle olan sorunları Kürdleri tetikçi olarak kullanarak çözdü. Devlet güçlenince, Lozan’la birlikte uluslararası garanti gerçekleşince Kürdlerin inkarı-imhası başladı.
Taner Akçam, “Hrant Dink’in katledilmesiyle Talat Paşa’nın intikamı alınmıştır” demektedir.
Böyle bir değerlendirme yapılabilir. Ama, şöyle bir değerlendirme de yapılabilir. Hrant Dink tabu tutulan bir konuyu deşifre etmiştir. Vedat Aydın’ın ve Hrant Dink’in katledilmesi birbirine benzerdir. 5 Temmuz 1991 Diyarbakır’da, 19 Ocak 2007 İstanbul’da gerçekleşen katliamlar, Türk siyasal hayatının çok önemli görüntüleridir. Her ikisinde de tabu tutulması istenen bir konunun gün yüzüne çıkmasına tepki vardır. Bu iki olay Ermeni toplumunu ve Kürd toplumunu çok yakından ilgilendirmektedir.
Bir ulus, tarihinin belirli bir döneninde, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın hedefi olmuşsa o ulus bir daha derlenip toparlanamamaktadır. Kürdler gibi, Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. 19. yüzyıl… Osmanlı Ermenistan’ı, Rus Ermenistan’ı… Ermenilerin gücünü kırmıştır. İran, Osmanlı ve Rusya arasında Ermeniler bir birlik oluşturamamışlardır.
Bütün bunlar devlet yöneticilerinin “özür”leriyle halledilecek sorunlar değildir. Yakındoğu’ki bütünselliği kavrayan tarihsel ve toplumsal araştırmalar önemli olmalıdır. Tarihsel ve toplumsal bilinç ancak böyle gelişir. Bu bilinç geliştikçe hem halklar, uluslar, hem de halk veya ulus içindeki farklı kesimler birbirlerini daha iyi anlamaya, birbirlerine bilinçli bir şekilde zarar vermemeye çalışırlar.
Bu çerçevede, ifade özgürlüğünün kurumlaşması, özgür eleştirinin kurumlaşması çok önemlidir. Bilimin de demokrasinin de temel koşulu ifade özgürlüğüdür. Çağdaş medeniyetin en önemli göstergesi ifade özgürlüğüdür. Büyük, çok katlı binalar, yollar, barajlar, demiryolları, metrolar, havayolları… çağdaşlığın başta gelen göstergesi değildir. Bunlar, insanların hayatını elbette kolaylaştıran yapılardır. Ama, çağdaşlığın temel göstergesi o toplumun, devletin siyasal sisteminde, siyasal rejiminde ifade özgürlüğünün, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde yaşıyor olmasıdır. Toplumsal ve siyasal yaşantının kalitesini yükselten temel unsur budur.
O toplumun, devletin siyasal sisteminde ifade özgürlüğü, özgür eleştiri kurumlaşmışsa orada, resmi ideoloji yok demektir. Resmi, ideoloji, herhangi bir ideoloji değildir, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideolojidir. Resmi ideolojiyi eleştirdiğiniz zaman birtakım idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşmanız olasıdır.
İfade özgürlüğü kurumlaşmışsa, özgür eleştiri dinamik bir şekilde işliyorsa, o devletin gocunacağı, kendi halkından gizleyeceği işler yok demektir. Yaşanan olayların özgürce eleştirilebileceği bir ortamda, düşün yasaklarına yer olamayacağı açıktır. Düşün yasaklarına, bu gizli ilişkilerin açığa çıkmamasını sağlamak için gerek duyulmaktadır.
Bir devlet, siyasal sisteminde, ifade özgürlüğünü, özgür eleştiriyi kurumlaştırmışsa, o devletin siyasal toplumsal ekonomik ilişkilerinde, yolsuzlular, dolandırıcılıklar, görevi kötüye kullanma, rüşvet, kayırmacılık gibi olgular, olgusal ilişkiler olmaz, olduğu zaman da sıkı bir yargı deneyimi gündeme gelir.
Türkiye’de devletin toplumsal bilimler algılamasına, toplumsal bilimcilere yönelik tutumunda da kısaca bakmakta yarar var. Toplumsal bilimler hep kuşkuyla karşılaşmış, bazı toplumsal bilimcilere karşı sık sık idari ve cezai yaptırımlar gündeme gelmiştir. 1940’larda, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve arkadaşları, 1960’ların sonlarında, 1970’lerde Oya Baydar ve arkadaşları, 2000’lerde, Pınar Selek, Müge Tuzcuoğlu gibi genç araştırmacılar… idari ve cezai yaptırımların hedefi olmuşlardır.
Müge Tuzcuoğlu 2012 Mart’ından beri Diyarbakır’da tutukludur. Diyarbakır’da, Sarmaşık Derneği’nde, Göç-Der’de çalışmakta, göç mağduru, sürgün mağduru çocuklarla ilgilenmektedir. Çocuklara ilgilenmek, köyler, evleri yakılan-yıkılan, yerlerini-yurtlarını terke zorlanan ailelerle ilgilenmek, köylerin yakılması-yıkılmasıyla, “faili meçhul” denen cinayetlerle ilgilenmek demektir. Bu konularda gerçeklerin dile getirilmesini engellemek için pek çok yasak getirilmiştir. Müge Tuzcuoğlu toplumsal gerçekleri yaşandığı gibi dile getirmekte, bu da onun idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşmasını getirmektedir.
“Taş atma”yı da bir bakıma ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirmek gerekir. 8-10 yaşındaki bir çocuğun, evlerini yakan-yıkan panzere taş atması, anasına-babasına, ağabeyine, aplasına, dayısına, amcasına, teyzesine, halasına işkence yapan özel timlere onları kaçırıp yok edenlere… taş atması onları sevmediğini gösteren bir ifade biçimidir.
Toplumsal dinamikleri, toplumsal talepleri algılamak önemli olmalıdır. Toplumsal dinamikleri ve toplumsal talepleri bastıran değil, bunların ifadesini kolaylaştırıcı yönde kararlar alması yargıdan önemli bir beklenti olarak ortaya çıkmaktadır. Dilerim 24 Eylül’deki duruşmada bu yönde bir karar alınır.
Teşekkür ediyorum.
Hrant Dink’i tekrar sevgiyle anıyorum.