zazaki.net
25 Nîsane 2024 Panşeme

Îsmaîl Beşîkçî / Nuştox

Bilim, Hukuk, Gerçek

01 Tebaxe 2012 Çarşeme 08:39

Bugün dünyada güçlü olan devletler, sağlıklı bir demokrasiyi kurmuş, demokrasiyi bütün kurumlarıyla yaşıyor olan devletlerdir. Demokrasini en önemli özelliğinin ifade özgürlüğü olduğunu da vurgulamak gerekir. İfade özgürlüğü, özgür tartışma, özgür eleştiri, bunların kurumlaşması bu demokrasilerin çok önemli bir özelliğidir. Bu devletlerin bilimde ve hukukda ilerledikleri de görülmektedir. Oturmuş, kurumlaşmış bir hukukun gelişmediği bir yerde, dengeli, güçlü bir iktisadi gelişmenin yaşanması da mümkün değildir. Ekonomi, alacak-verecek, ithalat-ihracat ilişkilerinin, anlaşmazlıkların, önceden saptanmış, istikrar kazanmış normlara göre çözümlendiği bir alanda gelişir.

Bilim ve hukuk gibi değerler, gerçek (hakikat) kavramıyla yakından ilişkilidir. Bilim ve hukuk, gerçekle harekat eder. Her ikisi de gerçeğe hizmet eder. Burada, üzerinde durmaya çalıştığımız gerçek, toplusal gerçektir. Toplumsal gerçekliktir.

Bilimin temel dürtüsü meraktır. Merak, gerçeğin bulunması için, içten gelen önemli bir heyecan sağlar. Gerçeği bulmadan, bilimin temelindeki bu merakı gidermek mümkün değildir. Merak bilimin itici gücüdür, ruhudur.

Adaletin gerçekleşmesi hukukla olur. Gerçeği kavramadan, hukuka ulaşmak mümkün değildir. Adalet, hukukun temelindeki bir kavramdır. Hukuk adaleti sağlamak için vardır. Gerçeğe itibar etmeyen bir mahkeme, yargıç, adaleti yaralar.

Gerçeği aramak, bulmak, gereklerini yerine getirmek bu bakımdan önemlidir. Gerçeği görmekten, anlamaktan, bulmaktan çekinen, korkan, bilim de, adalet de sahtedir.

Bu teorik görüşlerin, Türkiye’nin somut sorunları açısından irdelenmesi önemli olmalıdır. Üniversitenin, bilim ortamının, mahkemelerin, yargıçların, hukuk hayatının somut sorunlar açısından incelenmesi önemli bir gerekliliktir.

Türkiye’de, üniversite, toplumsal gerçekliği, (hakikatı) arayan bir kurum değildir. Bilakis, toplumsal gerçeği yok saymaya çalışan, çarpıtan, gerçeği yok etmek için sistematik çaba harcayan bir kurumdur. Türk üniversitesinin, Kürd olgusuna, Kürd/Kürdistan sorununa yaklaşımını bu şekilde ifade etmek mümkündür. Genel olarak Yakındoğu sorunlarına, Ermeni, Süryani, Pontus, Ezidi Kürd… sorunlarına yaklaşım da böyledir. Üniversite, profesörler, rektörler vs. bu konuda, devletin dile getirdiği görüşleri meşrulaştırmaktan, “bu düşünce bu görüş doğrudur, yapılanlar, doğrudur, bilimseldir. bunlar, tartışılamaz, doğruluğundan kuşku duyulamaz doğrulardır, bilimseldir…” demekten başka bir şey yapmamışlardır. Üniversite bu konuda resmi görüşü, resmi ideolojiyi, yoğun bir şekilde desteklemiştir. Eğer üniversitede, hakikatı arayan biri varsa, onu da üniversiteden uzaklaştırmak, hiç ertelenmeyen bir görev olmuştur. Bu tutum şüphesiz, fiilen varolan, yaşanan toplumsal gerçeğe, gerçekliğe aykırı bir duruştur. Bu bakımdan, üretilen bilim değil, sahte bilimdir.

Devlet, Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin, Kürdçe’nin varlığını inkar etmeye, reddetmeye başlamıştır. 1930’lardan, Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun kurulmasından itibaren, bu red ve inkar, sistematik bir şekilde geliştirilmeye başlanmıştır. Türk Tarih Tezi’nin, Güneş-Dil Teorisinin temel amacı budur. Kürd diye bir halkın, Kürdçe diye bir dilin olmadığı, devlet ve hükümet tarafından, basın tarafından ısrarla dile getirilmiştir. Devlet, devlet bürokrasisiyle, askeri bürokrasiyle, eğitim kurumlarıyla, basın, din aile, siyasal partiler gibi kurumlarla, sivil toplum kurumlarıyla bu düşüncelerini, görüşlerini egemen kılmaya çalışmıştır. Silahlı bürokrasinin de resmi ideolojiyi yapan ve yayan kurumlar içinde olması dikkate değer bir durumdur.

İşe Türk üniversitesi, devletin bu görüşlerini kayıtsız şartsız benimseyen, destekleyen, bu görüşlere, “doğrudur, haklıdır” diyen bir tutum içinde olmuştur. Toplumsal gerçeği aramak, bulmak, ona gere tavır ve davranış geliştirmek değil, bilakis gerçeği gizlemek, yok saymak, çarpıtmak, çok önemli bir çaba olmuştur. Buysa sahte bilimden başka bir şey değildir. Tarih, Sosyoloji, Siyaset Bilimleri, Antropoloji, Ekonomi gibi sosyal bilimlerde, beşeri bilimlere, hukuk gibi normatif disiplinlerde bu açıkça böyledir.

Bütün bu ilişkilerin düşün yasaklarıyla korunduğu açıktır. Üniversitenin de hiçbir zaman, ifade özgürlüğü diye bir talebi olmamıştır. Üniversite, hiçbir zaman, “düşün yasakları kalksın, ifade özgürlüğü bilimin temel koşuludur, düşün yasaklarıyla bilim üretilemez,…” şeklinde bir istemi, bu istem doğrultusunda bir mücadelesi olmamıştır.

Üniversitenin sahte bilime yönlendirildiği bir ortamda, “üniversite muhtariyeti” olsa ne olur, olmasa ne olur. Rektörü öğretim üyeleri seçse ne olur, Cumhurbaşkanı seçse ne olur?

12 Eylül cuntası döneminde YÖK çok konuşulmuştu. “YÖK 12 Eylül’ün bir eseridir” deniyordu. Halbuki, şu soru daha önemlidir. Türkiye’de gerçek bir üniversite olsaydı, YÖK olur muydu?

Üniversite olması bilimin olması anlamına gelmiyor. Türk üniversitesi bugün, unvan dağıtan bir kurumdur. Unvan sahibi olabilmek için ise önce resmi görüşü benimsemek çok önemli bir koşul oluyor. Halbuki ifade özgürlüğü olmadan bilim olmaz, bilim ortamı oluşmaz.

Üniversitede, resmi ideolojiyi eleştiren hocalar, gerçek bilim insanları elbette vardır. Bunlar birey olarak vardır. Kurumsal olarak üniversite hala resmi görüşün üretildiği bir kurumdur.

Hukuk Tatbikatı

Kürd/Kürdistan sorunu açsından hukuk tatbikatının incelenmesi de önemlidir. Hangi fiiller, düşünceler suç kabul ediliyordu, yargılamalar nasıl yapılıyordu?

1950’lere, 60’lara, 70’lere, 80’lere baktığımız zaman şunu görüyoruz: Kürdlerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan söz edenler, çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşıyorlardı. Cumhuriyet savcıları, bunlardan söz eden, yazılar, kitaplar hakkında soruşturma açıyorlar, toplatma istemiyle mahkemelere başvuruyorlardı. İlgili kişiler hakkında tutuklama istemiyle mahkemelere başvuruyorlardı. Mahkemeler bu yazarlar, araştırmacılar, gazeteciler hakkında tutuklama kararları veriyorlardı. Mahkemeler, savcıların hazırladıkları iddianameler doğrultusunda yargılama yapıyorlar, bu yazarlar hakkında ağır cezalar hükmediyorlardı. 1980’lerin sonlarına kadar, sürgün cezaları da vardı.

Bu hukuk tatbikatının irdelenmesinde de yarar vardır. Toplumsal gerçeği anlamadan adaleti gerçekleştirmek mümkün olur mu? Burada, gerçeği söyleyen, gerçeklikten hareket eden kimdir? Elbette, Kürdlerden, Kürdçe’den, Kürdistan’dan söz eden, bu gerçeklere göre tutum belirleyen, yazarlardır, araştırmacılardır, gazetecilerdir. Mahkeme ise, yargıçlar ise, bu toplumsal gerçeklikten söz ettikleri için, bu kişilere ceza veriyor. Herkesin Türk olduğunu, Türkçe konuştuğunu, Türkçe konuşması gerektiğini söylüyor. Toplumsal gerçekliklere böylesine gözünü kapatan, devletin görüşleri, direktifleri doğrultusunda Kürdleri, Kürdçe’yi ve Kürdistan’ı yok sayan, herkesi Türk sayan, herkesin Türk olmasını isteyen bu tutumdan adalet çıkar mı? Kürdlerin aslının Türk olduğunu, Kürdçe’nin aslının Türkçe olduğunu isbat etmek mahkemelerin, yargıçların görevi midir? Bu konular, ancak üniversitelerde tartışılabilir. Ama, üniversitenin de bu tutumdan ne kadar uzak olduğunu yukarıda belirtmeye çalışmıştık.

1990’lara kadar, düşün suçu konusunda, yargının ve üniversitenin birlikte hareket ettikleri birlikte uyguladıkları bir tatbikat da vardı.

Mahkemeler, bu tür yargılamalar sırasında, üniversitelerin, Ceza Hukuku, Anayasa Hukuku, Kamu Hukuku, Siyaset Bilimleri, Tarih, Sosyoloji, Antropoloji, Ekonomi, Felsefe, Türkoloji, kürsülerinde görevli öğretim üyelerinden, “bilirkişi raporu” adı altında raporlar istiyordu. Öğretim üyeleri profesörler, yazıyı veya kitabı, “içinde suç var mı, yok mu” diye okuyor, sonunda,” suç unsurlarına rastlanmıştır/rastlanmamıştır” şeklinde raporlar düzenliyorlardı. Mahkemeler, bu raporlar doğrultusunda hükme varıyorlardı.

Öğretim üyesi profesörler, Kürdlerden söz eden yazılar, kitaplar hakkında, genel olarak, “suç unsurları vardır, suç oluşmuştur. Kürdlerden söz etmek, ‘Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes Türktür’ anlayışını ihlal etmektedir.” diye raporlar yazarlardı.

Bir profesörün, bir yazıyı veya kitabı, “içinde suç var mı, yok mu” diye okuması, bilim yöntemine aykırı bir durumdur. Düşüncede suç aramak, bilim anlayışına, bilim yöntemine aykırıdır. Yazı veya kitap, elbette istenildiği gibi eleştirilebilir. Ama düşüncede suç aramak, bilim kavramıyla, yaratıcılık, sorgulayıcılık kavramlarıyla bağdaşmaz.

1950’lerde, 60’larda, 70’lerde, 80’lerde, bu konuda raporlar yazan pek çok profesör vardır. Bunların içinde, sağcı denenler de, solcu denenler de, Kemalist denenler de, Marksist denenler de, liberal denenler de vardır. Şimdi bile bunlardan en az kırk ismi, Ord. Prof. Dr. … diyerek, Prof. Dr. … diyerek alt alta yazabilirim.

Bugün, Türkiye’de, üniversitelerde 15 bin kadar profesörün çalıştığı söylenmektedir. 1950’lerin sonları, 60’ların başlarındaysa, herhalde, 250 (ikiyüzelli) kadar profesör vardı.

Üniversitenin varlığı, bilimin olduğu anlamına gelmiyor. “Hocaların hocası” olmak, “hocaların hocasının hocası” olmak, bilim yönteminin kurumlaştığı anlamına gelmiyor. Memurluk başkadır, bilim başkadır. Üniversitede bilim ortamı yoktur. İfade özgürlüğü yoksa, özgür eleştiri kurumlaşmamışsa bilim ortamı oluşmaz. Türkiye’de, bilimin, özellikle sosyal bilimlerin, beşeri bilimlerin, hukuk gibi normatif disiplinlerin mihenk taşı Kürdlerdir, Kürd sorununa karşı gösterilen tavırdır.

Kürdler, toplumsal ve etnik varoluşlarını kanıtlamak için çok ağır bedeller ödediler. Doğal haklarına, yani Kürd toplumu olmaktan doğan Kürd milleti olmaktan doğan haklarını kazanabilmek için, yani gasbedilmiş haklarını kazanabilmek için çok ağır bedeller ödüyorlar. Ağır bedeller ödenmesinin temel nedeni, Türk egemenlik sisteminin farklılıkları yok etmek için çok yoğun bir çaba içinde olmasıdır. Devlet hak taleplerini bastırabilmek için o kadar ağır baskılar yapıyor ki, devlet terörünü o kadar tırmandırıyor ki, ulusal farklılıkların doğal haklarına kavuşmak için ödedikleri bedeller de ağır oluyor. Kürdler yanında Ermenilerin de böyle sorunları vardır. Hıristiyan, Alevi gibi, Ezidi gibi dinsel inançların da böyle sorunları vardır.

Devlet, bilim, üniversite, hukuk, yargı gibi kurumları da bu baskı doğrultusunda kullanmaktadır. Buysa, bu iki kurumun da çürümesine yol açmaktadır.

***

Ama, Kürdler, görkemli bir direnişle, bu tür baskıların üstesinden geldiler. Kürdler artık, bütün kurumlarıyla, istekleriyle, beklentileriyle tarih sahnesindedir. Kürdler, artık, yoğun bir kurumlaşma, siyasallaşma içindedir. “Türk alfabesinde q, w, x harfleri yoktur” diyerek Kürdlerin kurumlaşmalarını engellemek mümkün olmayacaktır. “Türk alfabesinde, q, w, x harfleri yoktur” demek, hala Kürdleri tanımamak, inkar etmek demektir. Böyle bürokratik kararlarla Kürdler yönetilemez.

Kürdleri yönetmek artık kolay olmayacaktır. En iyisi, Kürdlerin kendi alfabeleriyle, Kürd alfabesiyle, en azından federasyon statüsüyle kendi kendilerini yönetmeleridir. Kürdler, Kürd siyaseti artık, bunu dillendiriyor. Türk siyasetinin de bunu anlamasında yarar vardır.

No nuşte 1725 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.