zazaki.net
03 Kanûne 2024 Sêşeme

Îsmaîl Beşîkçî / Nuştox

Devlet, AKP, Din, PKK, Kürtler

24 Oktobre 2010 Yewşeme 21:26

Türkiye’de ordu, her zaman, dinsel akımlardan, şikâyet etmiştir. Dinsel akımlar her zaman, şeriatçılık olarak, laiklik anlayışına karşı gelişmeler olarak değerlendirilmiştir. Milli Güvenlik Kurulu bildirilerinde, 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos bayramlarında yayımlanan mesajlarda, dinsel akımlara duyulan şikâyetler sürekli olarak dile getirilmiştir. Kamuoyuna sistematik olarak verilen mesaj, laikliğin büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğudur.

Aslında, dinsel akımların gelişmesinde, dinsel kurumlaşmalarda, ordunun çok büyük rolü ve teşviki vardır. Bu, Kürt sorunuyla çok yakından bağlantılı olan bir gelişmedir. Bu yazıda bu düşüncelere açıklık getirmeye çalışacağım.

Fikri Sağlar, 1990’larda iki defa Kültür Bakanı oldu. Birincisi 20.11.1991-27.7 1994 yılları arasında gerçekleşti. Fikri Sağlar, CHP milletvekiliydi. Başbakan Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’ydü. İkincisi 30.10.1995-6.3.1996 yılları arasındaydı. Başbakan Tansu Çiller, Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın’dı.

Fikri Sağlar, ikinci defa Kültür Bakanlığı yaptığı sırada Siyah Beyaz Gazetesi’nden Hasan Uysal’a iki açıklama yaptı. Bu açıklamalardan ilki, 18 Ağustos 1995, ikincisi ise, 8 Şubat 1996 tarihli Siyahbeyaz gazetelerinde yer aldı.

18 Ağustos 1995 tarihli gazetede, haber, “MGK’nın şeriatçılara desteğini durdurdum” başlığıyla verilmişti. MGK, 1984-1985 yılları arasında yaptığı toplantılarda, “Avrupa’da ve Güneydoğu’da yaşayan vatandaşlara dini propaganda yapılması ve dinsel ağırlıklı dernek ve vakıfların kurulmasına yönelik talimatlar”dan söz ediyor. Fikri Sağlar, “1991’de Kültür bakanı olduğu zaman, önüme MGK’nın böyle bir belgesi geldi” diyor. MGK’nın talimatlarında böyle haberdar olduğunu anlatıyor. Fikri Sağlar, “MGK’nın çok gizli kaydıyla bakanlığa gönderdiği talimat yazısını bakan olunca öğrendiğini ve karşı yazı yazarak, yürürlükten kaldırdım” diyor. Açıklamalarını Hasan Uysal şu şekilde ifade ediyor.

“Çok gizli mühürü vurulmuş, Kültür Bakanlığı’na görev yükleyen MGK kararı… Yerine aynı amaca yönelik olmak üzere, kültür evleri ve Türk kültür merkezleri projesi getirdim. Söz konusu projeler bakanlıkça yürürlüğe konmak üzere. Ancak dinci vakıf ve örgütler için ayrılan paranın yarısı bile verilmedi.

Genelkurmay Başkanlığı’nın, ‘eşi sıkmabaş, namaz kılıyor, tarikatla bağlantısı var’ gerekçesiyle bazı subayları ordudan uzaklaştırmasını, sadece, göz boyamadan ibaret olduğunu kaydeden Sağlar, bugünkü radikal İslamcı belanın müsebbibi bizzat ordudur. Sözde İslamcılar, ordunun kucağında beslenmiş ve büyütülmüş, şimdi önü alınmaz bir noktaya taşınmıştır. Güneydoğu’da Hizbullah’ın, neredeyse, kurucusu, besleyicisi, hatta kullanıcısı da silahlı kuvvetlerin en üst komuta kademesidir. 1985 de MGK da alınan karar üzerine, Hizbullah büyütülüp güçlendirilmiş, hatta kimi silahlı kuvvetler karargâhlarında eğitilmiştir…” dedi.

1984-1985 yıllarında, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’di, Başbakan Turgut Özal’dı. Genelkurmay Başkanı, Org. Necdet Üruğ’du. Namık Kemal Zeybek, 17.3.1989-23.6.1991 yılları arasında Kültür Bakanlığı yapmıştı.

Kürtlerin yaşadıkları alanlarda, “Güneydoğu’da, Doğu’da, Avrupa’da dini propagandayı geliştirelim, dinsel vakıflar ve dernekler kuralım” anlayışının Kürt sorunu dikkate alınarak geliştirildiği çok açık bir gerçekliktir. Devlet, ordu, Kürtlerdeki milli hareketi engellemek, kitleselleşmenin önüne geçmek için, dini bir araç olarak kullanıyor. Dinsel akımların milli hareketi engelleyeceğini düşünüyor. Hizbullah’ın da devlet tarafından örgütlendiği, askeri kışlalarda eğitildiği, PKK ile, daha doğrusu, Kürt şehirlerindeki, PKK sempatizanlarına karşı saldırılarının amaçlandığı biliniyor. Bu bakımdan, Lübnan’daki Hizbullah ile, Kürt şehirlerinde, Kürt yurtseverlerine saldırılar yapmaktan ve cinayet işlemekten başka hiçbir iş yapmayan Hizbullah birbirlerinden çok farklıdır.

Fikri Sağlar’ın önerdiği Türk Kültür Merkezleri’nin, Halkevleri’nin de Kürtlerin asimilasyonu söz konusu olduğu zaman aynı işlevleri olacağı açıktır. Zaten Fikri Sağlar da, bu kurumlaşmalarında aynı amaca yönelik olduğuna işaret ediyor. Laik kurumların da, dinsel kurumların da birinci planda, Kürtlerin asimilasyonu esas amacına göre planlandıkları artık iyi biliniyor. Fikri Sağlar’ın da asimilasyon sürecini benimsemiş olması dikkate değer bir konu. Türbanın da bu İslami kurumlaşmalar çerçevesinde gelişip saçaklandığı biliniyor.

Fikri sağlar, ikinci defa Kültür Bakanlığı yaptığı sırada, Siyah Beyaz Gazetesi’nden, Hasan Uysal’a ikinci bir açıklama daha yaptı. Bu açıklama, 8 Şubat 1996 tarihli gazetede, “Bakanın bulamadığı belge” başlığıyla yayımlandı. Hasan Uysal, Fikri Sağlar’ın açıklamalarını şöyle dile getiriyor.

1984-1985 tarihinde, MGK’nın, Avrupa ve Güneydoğu’da, yaşayan vatandaşlara, ‘dini propaganda yapılması ve dini ağırlıklı dernek ve vakıfların kurulmasına yönelik talimatı’ ve talimat uyarınca, toplam 350 milyon doları bulan harcamaları kanıtlayan belgeler kayboldu.

Kültür Bakanı Fikri Sağlar, ‘göreve gelir gelmez bu işleyişi durdurdum. Ancak şimdi hem MGK kararı, hem bu konudaki yazışmalar kayıp’ dedi. Bakanın bu belgelerin bulunmasına ilişkin talimatı üzerine, müsteşar ve müsteşar yardımcılarının seferber olmasına karşılık, belgelerin bulunmayışı, bakanlık içinde, ‘köstebek kim’ sorusuna yol açtı.

Kültür Bakanı Fikri Sağlar, söz konusu yazışmaların ‘çift mühürlü’ birinci derecede gizli, olması nedeniyle kayıtlarına girmemiş olabileceğini belirtti. 12 Eylül döneminde MGK’nın ‘PKK ile mücadelede, yurt dışındaki Güneydoğulu yurttaşların, ülkeye bağlılıklarının sağlanması’ gerekçesiyle, dinci örgütlenmeleri teşvik ettiğini kaydeden Sağlar, ‘şeriatçı örgütlenme bizzat 12 Eylül komutanlarının teşviki ile gerçekleşmiş ve şeriatçı örgütlenme devlet eliyle beslenmiştir. Bu konudaki görev de Kültür Bakanlığı’na verilmiştir. 1991 yılında Bakan olduğumda bu kararı kucağımda buldum. Öğrenir öğrenmez MGK ile yazışıp bunu durdurdum’ diye konuştu. Fikri Sağlar ayrıca, şunları söyledi ‘Göreve geldiğim ilk günlerde önüme MGK kararını koydular. Yurt dışında ve Güneydoğu Anadolu’da dini propaganda yapılması, dini ağırlıklı dernek ve vakıfların kurdurularak parasal destek sağlanması görevi Kültür Bakanlığı’na verilmiş. Kültür Bakanı Fikri Sağlar şöyle devam etti. ‘İlk işim bu uygulamayı durdurmak oldu. Talimatın yürürlükten kaldırılması için ise, yazdığım yazının MGK’ye, iletilmesi amacıyla, özel kalem müdiresi Hediye Mugay’ı kurye olarak görevlendirdim. MGK’ye aynı amaçlı Halkevleri ve Türk Kültür Merkezleri önerdim. Bu isteğimiz kabul gördü ve böylece dinci örgütlenmeye destek talimatı ortadan kalktı.’

Kültür Bakanı Fikri sağlar, söz konusu belgelerin ortadan kalkmış olmasının kendisini şaşırtmamış olduğunu belirterek şöyle dedi. ‘Aradan geçen bunca yıla karşın, bakanlıkta istenilen düzeyde bir örgütlenmenin sağlanmamış olması, bakanlığın bizden önce ne hale getirildiğinin bir örneğidir. Tek başına iktidar olmadan ve bakanlığın tepeden tırnağa yeniden yapılanması sağlanmadan bu durum düzelemez. Ya benden önceki belgeler arasında da yok. Buna çok şaşırmadım. Ama üzülerek ifade edeyim ki, şeriatçı örgütlenme için, devletin ayırdığı bütçenin üçte biri bile Kültür evleri için verilmedi.’

Açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, dinsel akımları, dinsel kurumlaşmaları teşvik eden devletti, ordudur. Bunu, şüphesiz, Kürt bölgelerinde ve Kürtlerin yaşadıkları alanlarda yapıyor. Kürtlerdeki milli hareketi geriletmek, Kürtleri resmi görüşe, Türklük anlayışına bağlamak için yapıyor.

AKP Hakkında

Adalet ve Kalkınma Partisi, hükümet, Türk siyasal hayatında önemli değişiklikler gerçekleştirmeye çalışıyor. Ordunun siyasal hayat üzerindeki ağırlığını azaltmaya gayret ediyor. Bunlar şüphesiz önemlidir. Bu yönleriyle hükümet, kendilerinden önceki hükümetlerden önemli farklılıklar gösteriyor. Fakat Kürt sorunundaki tutumunda, kendilerinden önceki hükümetlerden ciddi bir fark göstermiyor.

2009 yılı ortalarında hükümet, Kürt açılımından söz etmeye başlamıştı. Fakat kendi tabanından, ordudan, CHP, MHP gibi muhalefet partilerinden gelen eleştiriler üzerine demokratik açılım, milli birlik ve kardeşlik projesi gibi söylemler oldu. Hükümet kısa bir süre sonra da açılım anlayışını yavaş yavaş terk etmeye başladı.

Bu, şüphesiz sağlıklı bir tutum değildir. Çünkü Kürt açılımını hükümet bıraksa bile, Kürtler bırakmaz, devam ettirir. Hükümet, Kürtler konusunda, Kürt sorunu konusunda, örneğin Kürt dili konusunda demokratik bir tutum benimsemediği sürece, öbür programlarını da sağlıklı bir şekilde yaşama geçiremez. Kürtler, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını talep etmekte ısrarlıdır. Bundan sonra, ısrarlı olacakları, bu sürecin yaygınlaşarak, derinleşerek devam edeceği açıktır. Hükümet olarak, Kürt dilini bastırmada takıntılı olduğunuz zaman hiçbir işinizi yoluna koyamazsınız.

PKK’yi tasfiye edeceğiz anlayışı yanlıştır. Barış ve Demokrasi Partisi’yle yapılan görüşmelerin, İmralı’da, Abdullah Öcalan’la yapılan görüşmelerin PKK’yi tasfiye amacına yönelik olması çok yanlıştır. Bu, devleti, hükümeti çok zora sokacak, Kürt sorunu dışındaki sorunlarla da sağlıklı bir şekilde ilgilenmesine engel olacak bir tutumdur. Çünkü PKK’yi tasfiye etmek mümkün değildir, yararlı ve gerekli de değildir. Gerek Barış ve Demokrasi Partisi’yle, gerek, Abdullah Öcalan’la, PKK’yle yapılan görüşmelerde, Kürt taleplerini müzakere edilmesi önemli olmalıdır. Tasfiye anlayışıyla bir yere varamazsınız. Bu anlayışla sorunu, ancak daha da kangrenleştirmiş olursunuz. Ama Kürt siyasetçilerle yapılacak görüşmelerle ilerleme sağlayabilirsiniz.

Türk siyaseti, Türk devlet ve hükümet kurumları, çifte standartlı düşüncelerle ve tutumlarla hiçbir yere varamaz. Çifte standartlı düşünceler, tutumlar, kişileri, kurumları çürütür. Hele bu aşamadan sonra, Kürtlerin asimilasyona karşı gösterdikleri direncin yoğunlaşmasıyla, yaygınlaşmasıyla çözüm yolunda ilerleme kaçınılmaz olur.

Toplumsal Meşruiyet

Toplumsal ve siyasal olaylarda, kararlarda, toplumsal meşruiyet çok önemli bir kriter olmalıdır. Almanya’da, “asimilasyon insanlık suçudur” diyen Başbakan’ın, Türkiye’de Kürtçe eğitime karşı olduğunu bildirmesini, “kimse benden, anadilde eğitim konusunda bir şey beklemesin” demesini, “tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sloganlarını tekrarlamasını, yani Başbakan’daki çifte standardı toplumsal meşruiyet açısından incelediğimiz zaman şunları görüyoruz. Türkler, Almanya’ya ne zaman gittiler? İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’da sanayinin yeniden yapılandırılması söz konusu olduğunda, yabancı işçilere ihtiyaç duyuldu. Türkler Almanya’ya bu çerçevede gittiler. Herhalde bazı koşullar vardı. O koşulları da kabul ederek gittiler. Yani orası Türklerin kendi vatanları değil. Kürtlerse binlerce yıldır, kendi vatanlarında Mezopotamya’da, Kürdistan’da kalıyorlar. Oğuz boylarının, İran’a, Kürdistan’a, Irak’a, Anadolu’ya akınlarının başlaması 11. yüzyıldır. Van Gölü- Urmiye Gölü arasında, Zağroslar’da, Kuzey Mezopotamya’da, ise, M.Ö. 2000’lerden itibaren kayıtlar var. Hurriler, Mittaniler, Subariler, Kassitler, Gutiler, Medler, Karduklar…

1960’larda, yabancı işgücü olarak Almanya’ya giden Türklerle, binlerce yıldır kendi toprakları üzerinde oturan Kürtlerin durumu arasında çok büyük farklar olduğu açıktır.

Ama Almanya’daki Türkler için, Türk lisesi, Türk üniversitesi isteyen Başbakan’ın, Kürtlerin doğal haklarından mahrum bırakılmasında ısrarlı olması tarihsel ve toplumsal yaşamda görülen çok büyük bir çarpıklıktır. Almanya’da Türklerin asimilasyonuna karşı çıkan Başbakan’ın, bunu insanlık suçu olarak değerlendiren Başbakan’ın, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunda diretmesi, insanlık suçu işlemesi kendi kendini çürüten bir düşünce ve eylemdir. Kaldı ki Almanya’da, Türkler de ana dilde eğitim yapabilmektedir. Belirli bir bölgede, 20 öğrenciyi toparlayabilen veliler, okulda, kendi çocukları için kendi dillerine eğitim yapılmasını sağlayabiliyorlar. Bu, Almanya’da bütün yabancı işçiler için, bütün etniler için sağlanan bir hak… Türkler de, Kürtler de Almanya’da ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bu tür haklardan yararlanabiliyor.

1985-1988 yılları arasında, Bulgaristan’da, oradaki Türklerin isimlerini, Bulgar isimleriyle değiştiren bir kampanya vardı. Bu kampanyayı devlet yönetiyordu. Bu kampanya, Türkiye’de, devlet ve hükümet tarafından, çok büyük tepkilerle protesto edildi. TBMM, yargı organları, yüksek yargının bütün bölümleri, Üniversiteler, siyasal partiler, sendikalar, iş adamları, spor kurumları, din kurumları, sivil toplumun bütün örgütleri… Bulgaristan’daki bu süreci, emperyalizm, sömürgecilik, faşizm, çağ dışılık… gibi kavramlarla eleştirdiler. O günkü Bulgaristan hükümetini, Bulgaristan Komünist Partisi’ni, suçladılar. Bulgaristan bu politikayı çoktan bıraktı. Türkiye’den gelen tepkilerden ve uluslararası baskılardan dolayı 1988 sonlarında bıraktı. Ama Türkiye’de, Kürt çocuklara, Kürtçe isimler verilmesinde hala sorunlar var. İçlerine, W, Q, X harfi olan isimleri nüfus müdürlükleri kabul etmiyor. “Bu harfler Türk alfabesinde yok” diyor. Türk alfabesinde bu harfler olmayabilir, ama Kürt alfabesinde var.

Halbuki Bulgaristan’daki Türklerin konumlarıyla Kürtlerin konumları birbirlerinden çok çok farklı. Osmanlı 1360’larda Bulgaristan’ı işgal etmiş, Anadolu’dan bir kısım Türk ve Müslüman nüfusu da oraya göndermişti. Türklerin orada oluşu böyle bir işgalle bağlantılıdır.

Kürtler ise, yukarıda da belirttiğim gibi, binlerce yıldır kendi anayurtlarında oturuyor. Türklerin Anadolu’ya akınlarından binlerce yıl öncesinden beri, Kürtler, kendi anayurtlarında Kürdistan’da oturuyor. Bütün bunlar, Kürtlere ve Kürtçe’ye karşı geliştirilen devlet politikalarının toplumsal bakımdan hiçbir meşruiyete dayanmadığını açıkça gösteriyor.

Devletin Kürt politikalarının Güney Afrika’daki Apartheid politikasıyla, Bulgaristan’daki isim değiştirme kampanyalarıyla, Almanya’nın Türk işçileri politikasıyla karşılaştırılması bilgilerimizi çoğaltacaktır.

Türk-İslam Sentezi

İttihat ve Terakki Fırkası’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk unsuru etrafında yeniden organize etme gibi bir düşüncesi ve bu düşünce etrafında oluşturulmuş planları vardı. Bu planların uygulanmasında, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Kürtler, Kızılbaşlar (Aleviler) Ezidiler… önemli pürüzler olarak belirdi.

Bu planlar çerçevesinde, Rumların sürgünü, Ermeni, Asuri-Süryani, Ezidi nüfusunun soykırımla çürütülmesi, Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz malların Müslüman Türk eşrafın denetimine verilmesi yani sermayenin Türkleştirilmesi süreçleri yaşandı. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz yaşanan Rum-Pontus sürgünleri, Cumhuriyetin ilk yıllarında mübadele ile devam etti. Ermeni nüfus ise, savaşın ilk yılında, 1915’de soykırımla çürütüldü. Asuri-Süryaniler ve Ezidiler de benzer bir akıbetle karşılaştı.

Geriye kalan iki pürüz, Kürtlerin Türklüğe ve Kızılbaşların (Alevilerin) Müslümanlığa asimilasyonu, Cumhuriyet’in sistematik olarak yürüttüğü bir politikadır.

Yahudilere karşı 1934’de, Hıristiyanlara karşı, 1942-43 deki Varlık Vergisi uygulamasıyla, 6-7 Eylül’le (1955) sürgünlerden geriye kalanlar üzerinde, sermayenin Türkleştirilmesine devam edildi. 1964’de bütün bu operasyonlardan sonra da geriye kalanların sürgünü gerçekleştirildi.

Kürtlere karşı Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yoğun bir asimilasyon politikası uygulandı. Sürgünler, mecburi iskân uygulamaları, asimilasyona zemin hazırlayan olgusal süreçlerdir. Kürtlerin asimilasyonu sürecinde, Batı Ermenistan’ın bazı bölgelerinde, Ermenilerden kalan taşınmaz malların, bazı Kürt ağalarının yağmalamasına göz yumulduğu da biliniyor. Bu süreç, bu ilişkiler, Kürtleri denetim altında tutmanın bir yolu olarak da değerlendirilebilir.

Bütün bu operasyonlara rağmen Kürtlerin asimilasyonu, devletin planladığı ve istediği gibi gerçekleşmemiştir. 49’lar, 23’ler davaları, her türlü baskı ve şiddete rağmen, Kürtlerde, milli hareketin filizlenmeye başladığını, yeşermeye başladığını göstermektedir. Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin kuruluşu, (1965) Doğu Mitingleri, (1967), Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kuruluşu (1969) milli hareketin yoğunlaşarak sürdüğünü göstermektedir. 1971’de, 12 Mart rejiminde, Diyarbakır’da, sıkıyönetim askeri mahkemesinde gerçekleşen “Doğu Duruşmaları” ise, Kürt milli hareketinde çok önemli bir dönüm noktası, önemli bir sıçrama oluşturmaktadır. 1970’lerin sonlarında, PKK’nin kurulması, PKK’nin düşüncesi ve eylemi süreci yoğunlaştırmış, yaygınlaştırmış ve derinleştirmiştir.

İşte, Aydınlar Ocağı’nın kurulması, Türk-İslam Sentezi’nin oluşturulmaya başlanması, tam de bu yıllara rastlamaktadır. 1960’ların sonları, 1970’lerin başları…

Türk-İslam Sentezi, İttihat ve Terakki’den beri, Türk unsuru etrafında organize edilmeye çalışılan, devlet anlayışının Kürtler için uygulanan bir biçimidir. Kemalist düşünce ve eylemin Kürtler için uygulama alanına sokulması, 1970’lerde, Türk-İslam Sentezi’ni getirmiştir. Bu, İslam’a ağırlık veren, Türklük anlayışını İslami bir söylemle Kürtlere götürmeye çalışan bir fikir hareketidir. Türk-İslam Sentezi anlayışı İslam’ı, Türklüğü güçlendiren temel bir unsur olarak değerlendirmektedir. Devletin geliştirmeye çalıştığı dinsel akımlarla laik Kemalist akımlar arasında, Kürtlerin asimilasyonu konusunda ciddi bir fark yoktur.

Bu yazının başında, Fikri Sağlar’ın, Kültür Bakanı olarak yaptığı açıklamaları dile getirmiştik. O açıklamaların içeriğini de Türk-İslam Sentezi anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Türk-İslam Sentezi anlayışı çerçevesinde çalışanlar, Türklük konusunda, İslam konusunda, her türlü konuda, “ilmi araştırma”, “ilmi çalışma” “ilmi düşünce” gibi kavramları sık sık kullanmaktadırlar. Bilimin temel ilkesi, özgür düşüncedir, özgür eleştiridir. Türk siyasal sisteminde, Türk siyasal rejimindeyse düşün yasaklarının çok önemli bir yeri vardır. Düşün yasaklarını kurumlaştıran resmi ideoloji, Türk siyasal sistemin en önemli kurumudur. Aydınlar Ocağı’nı kuranlar arasında, Türk-İslam Sentezi anlayışını oluşturanlar arsında 30’dan fazla profesör vardır. Aydınlar Ocağı Başkanı, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, 1-6 Şubat 1988 tarihleri arasında, Tercüman Gazetesi’nde yayımladığı “Aydınlar Ocağı ve Türk-İslam Sentezi” başlıklı yazısında, Aydınlar Ocağı kurucularının 56 kişi olduğunu belirtmektedir. 56 kişinin 31’i profesördür.

Bu profesörler, sık sık “ilmi çalışma”, “ilim anlayış”, “ilmi araştırma gereği” gibi kavramları kullanmaktadırlar. Buna rağmen bu profesörlerin düşün yasaklarından hiç şikâyetçi olmamaları hatta düşün yasaklarını kararlı bir şekilde desteklemeleri dikkate değer bir konudur. Aydınlar Ocağı’nın kuruluş döneminde, yani 1970’lerin başlarında, Kürt varlığını, Kürtçeyi inkâr ettikleri, Kürtleri Türk saydıkları bilinmektedir. Bu konuda, Prof. Dr. Süleyman Yalçın, yukarıda belirtilen yazısında şöyle demektedir. “… Bu topraklarda 9 asırlık tarih, vatan ve inanç beraberliği, etnik olarak kendini Türk saymayan, insanlarda da en ufak, ve sun’i ayrımlara yer bırakmayan, bir milli şuurun oluşması ile, onları birleştirmektedir. (5 Şubat tarihli nüsha) Bu, Kürt şehirlerinde komando zulmünün devam ettiği bir dönemde yapılan bir değerlendirme oluyor. Tabii olarak Kürtleri Türk sayınca, fiili olarak da Türk yapmaya çalışmak, bunun için de ikna, baskı-zor, her türlü yöntemin kullanılması kaçınılmaz oluyor.

20 Ekim 2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, “İçişleri Bakanı, partinin Kürt sorunu formülünü anlattı” başlıklı bir haber var. Formül, Kürt bölgelerinde ve Kürtlerin yaşadığı Alanlarda, İmam-Hatip Okulları’nı ve Kur’an Kursları’nı artırmak…

Hükümet, AKP, Kürt sorununa, kendinden önceki hükümetler gibi yaklaşarak, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını reddederek hiçbir yere varamaz. Kürtleri artık, dinsel akımları geliştirerek, güçlendirerek, bölgede İmam-Hatip Okulları’nı, Kur’an Kursları’nı yaygınlaştırarak kontrol etmek mümkün değildir.

Öte yandan, “şu olmayacak, bu olmayacak…” diye açılım başlatmak da anlamlı değildir. Neyi yapabileceksen onu söylemen gerekir.

Dünyanın En Irkçı Devleti…?

Bir zamanlar Güney Afrika’ya, “dünyanın en ırkçı devleti” denirdi. Güney Afrika’daki Apartheid uygulamasının içeriği şuydu. Beyaz yönetim yerlilere şöyle söylüyordu: “Senin derin kara, sen bana benzemiyorsun, benim dışımdaki alanlarda yaşa. Senin mahallelerin, okulların, hastanelerin, otellerin, parkların, eğlence yerlerin, plajların vs. ayrı olsun.” Bu anlayış çerçevesinde yerliler, Bantustan denen, dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlarda yaşıyorlardı. Ama özerklikler vardı. Kendi kurumlarıyla yaşıyorlardı. Kendi kendilerin yönetiyorlardı, kendilerini yaşıyorlardı. Su, elektrik, kanalizasyon gibi temel alt yapı hizmetleri çok olumsuzdu. Ama böyle maddi olumsuzluklar içinde kendilerini yaşıyorlardı.

Türkiye’deyse, Kürtlere, “Sen Türklerle birlikte yaşayacaksın. Ama Türk gibi olarak yaşayacaksın, Türk olacaksın, başka şansın yok…” deniyor. Görüldüğü gibi, Kürt kendini yaşayamıyor, kendi kendini yönetemiyor, Türk’ü yaşıyor. Kişi olarak bunu çok daha ağır bir ırkçılık olduğunu düşünüyorum. “Sen bana benzemiyorsun, benim dışımda ayrı yerlerde yaşa” ırkçılığına göre, “Sen benimle birlikte yaşayacaksın, ama benim gibi olacaksın. Başka şansın yok…” ırkçılığı çok daha ağır, ezici bir ırkçılıktır.

Güney Afrika’da Apartheid rejimi 1990’ların başlarında sona erdi. Apartheid döneminin son başkanı yani Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı, Frederik de Klerk’di. 1989-1994 yılları arasında devlet başkanlığı yaptı. Nelson Mandela 1994 de Cumhurbaşkanı seçilince, de Klerk de cumhurbaşkanı yardımcısı oldu. Cumhurbaşkanı Nelson Mandela’nın yardımcılarından biriydi. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutmuş beyaz yönetimin son devlet başkanının, 1994 den sonra, Nelson Mandela’nın yardımcılarından biri olması, “dünyanın en ırkçı rejimi” diye tabir edilen rejimdeki esnekliği de göstermektedir. Türkiye’deyse, Kürtlerin temel hakları, hala, “tek millet, tek dil, … denerek inkar edilmektedir.

1985-1988 yılları arasında, Bulgaristan’da, ırkçı, sömürgeci, emperyalist, faşist, çağdışı gibi kavramlarla eleştirilirdi. Bulgaristan isim değiştirme olayını üç yıldan fazla sürdüremedi. Şimdi, Türklerin kurduğu Hak ve Özgürlükler Partisi hükümet üyesi. Bulgaristan Avrupa Birliği üyesi…

Özgürlükler sorunu: Türban ve diğerleri

Başbakan Recep Tayip Erdoğan, 16-17 Ekim 2010 günlerinde, partisini Kızılcahamam’da gerçekleştirdiği toplantısının açış konuşmasında şöyle diyor: “Hiç kimse başka bir etnik ve inanç grubunu dışlama, hak ve hukukundan mahrum etme yetkisini kendisinde göremez.”

Başbakan’ın ifade etmediği ikinci cümle herhalde şöyledir: Biz hariç. Yani Türk ve Hanefi Müslümanlar, kimselerin yapamadığını yapabilir. Fiili durum da budur. Türk ve Hanefi Müslümanlar, başka bir etnik ve inanç grubunu, dışlama, hak ve hukukundan mahrum bırakma yetkisini kendinde görebiliyor..

Türk ve Hanefi Müslümanların siyaset anlayışında böyle bir çifte standart var. Ve bu çifte standart kurumlaşmış. Gazeteci-yazar Metin Münir, 20 Ekim 2010 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, yayımlanan “Özgürlük ve İkiyüzlülük” başlıklı yazısında bunun, İmam-Azam Ebu Hanife’nin (699-767) geliştirdiği fıkıhla ilgili olduğunu yazıyor. Başbakan’ın, Kürtçe anadil ile eğitim konusundaki tutumu böyledir. Kürt sorununu bundan çok daha ileri bir sorun olduğu açıktır. Devlet Bakanı Faruk Çelik’in, Alevilerin dile getirdiği, din derslerinin, mecburi olmaktan çıkarılması talebine verdiği olumsuz yanıt, yine bununla ilgilidir. Kaldı ki Alevilik de, mecburi din derslerin daha geniş bir sorundur.

AKP, hükümet, türbana özgürlük sorunu olarak bakıyor. Üniversitede, kamu alanı dışında veya kamu alanında, eğitimin her kademesinde, türbanın serbest bırakılası gerekir gibi bir anlayışı var. Ama Kürtlerin, Alevilerin, Ezidilerin özgürlük sorunlarını, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin inanç sorunlarını görmezlikten, bilmezlikten geliyor. AKP, Hükümet, kendisinden önceki hükümetler gibi davranarak, Türk milliyetçiliğinin duygu ve düşüncelerini kollayarak ne PKK’yi geriletebilir, ne de Kürt sorununa çözüm getirebilir. Geçen 2009 yılında, Kürt açılımı sözleri ortaya atılınca bir umut yaratılmıştı. Hükümetin, AKP’nin, Başbakan’ın çifte standartlı tutumundan dolayı, o umudun sönmeye yüz tuttuğu anlaşılıyor. Bu bakımdan AKP’nin düşüncesini, eylemini somut olgulara, olgusal ilişkilere dayanarak izlemek gerekir. Cemal Özçelik haklıdır. (www.kurdinfo.com Aydın sorumluluğu ve sorumlu aydın, 12.10. 2010) Dr. Ali Gün de haklıdır. (www.nasname.com Beşikçi’nin Asimilasyon yazısı üzerine, (13.10.2010) yapılan yorum, (19.10.2010)

Umudun doğduğu sırada, ifade özgürlüğünün genişletilmesi gibi, bir söylem de vardı. Bugün televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, Kürt sorununu tartışılması, sivil toplu örgütlerinin paneller, konferanslar düzenlemesi, iyi bir gelişme. Bugün cezaevlerinde 40’a yakın gazeteci var. Bu ifade özgürlüğünün hâlâ yaşama geçmediğini gösteriyor. Ama Kürtler, Kürt sorunu konusundaki tartışmaların sürmesi de önemli. “Açılım” hiçbir şey getirmedi demek, bu bakımdan doğru değil.

Asimilasyona Kitlesel Direnç

Hükümetin, devletin, Kürt sorunun çözümsüz bırakmada şöyle bir niyeti, amacı olabilir: Zaman nasıl olsa benim lehime çalışıyor. Zaman ilerledikçe asimilasyon daha da yoğunlaşabilir, yaygınlaşabilir. Bunun için çözüm konusunda çalışmamız gerekli değil. Oyalama yapmak en iyisi…

Bu anlayış, bu beklenti yanlıştır. Bu, sorunun daha da büyümesinden başka bir sonuç getirmez. Barış ve Demokrasi Partisi’nin bu konuda bir direniş içinde olması, büyük Kürt kitlelerin bu direniş çerçevesinde yer alması, KCK davasında Kürtçe savunma ısrarları dikkate değer bir süreçtir.

Kürt aydınları, geçmişte, tavırlarıyla, davranışlarıyla asimilasyona hizmet etmiş olabilirler. Ama şu aşamadan sonra, asimilasyona direncin, Küt toplumunun çeşitli kesimlerinde yoğunlaşarak süreceği de çok açıktır. Bu bakımdan, hükümetin, AKP’nin, Kürt toplumundaki bu gelişimi iyi izlemesi gerekir.

24.10.2010

No nuşte 3324 rey wanîyayo
No nuşte hema şîrove nêbîyo.