zazaki.net
16 Nîsane 2024 Sêşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
02 Nîsane 2013 Sêşeme 20:52

“Yalçın Küçük’e Özgürlük” Paneli ve Kürd Sorunu

İsmail Beşikçi

16 Mart 2013’de Mülkiyeliler Birliği’nde, “Yalçın Küçük’e Özgürlük Sempozyumu” düzenlendi. Bu sempozyum Mülkiyeliler dayanışması şeklinde gerçekleşti.

Bu sempozyuma Prof. Dr. Güngör Uras, Prof. Dr. Korkut Boratav, İsmail Beşikci, Nazif Ekzen katıldılar.  Sempozyumda moderatör, Mülkiyeliler Birliği Başkanı Doç Dr. Sevilay Çelenk’di.

Bu yazıda sempozyumda yapılan konuşma yer almaktadır. Bu yazı sempozyumda yapılan konuşmadan sonra hazırlanmıştır.

Yalçın Küçük için 1998’de 60. Yaş Armağanı yayımlanmıştı.  60. Yaş Armağanı’nı hazırlayanlar benden de bir yazı istemişlerdi. Bu yazıyı hazırladım ve ilgililere ulaştırdım. Kitap yayımlandı.

Yalçın Küçük’e Armağan, Hazırlayan: İlker Maga, YGS Yayınları, 1999, 330 sayfa.

Yazı, Görüntü, Ses Yayınları tarafından yayımlanan 60. Yaş Armağanı’nda yazılarıyla yer alan yazarlar, aydınlar şunlar: İlhan Akalın, Hasip Akgül, Candan Baysan, İsmail Beşikçi, Nazım Tuğrul, A. Başer Kafaoğlu, İlker Maga, Mesut Otman, Durmuş Tiryaki, Şevki Yurdakuler.

Yazı kitapta 73-79 sayfaları arasında yer almıştır.

Yazıda iki bölüm var. Birinci olarak Yalçın Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler, Aydın Üzerine Tezler, Yeni Bir Cumhuriyet için, Bilim ve Edebiyat, Emperyalist Türkiye gibi kitaplarıyla ilgili değerlendirmeler vardı. İkinci bölümde ise Yalçın Hoca’nın Kürt sorunuyla ilgili yazıları, tutumları değerlendirilmişti.

O yıllarda, 1996, 1997, 1998 yıllarında Yalçın Küçük MED TV’de Abdullah Öcalan’la birlikte konuşmalar yapar, Kürt sorununa ilişkin düşüncelerini açıklardı. Aynı zamanda Yeni Ülke, Özgür Gündem, Demokrasi gibi gazetelerde haftalık yazıları olurdu. Yalçın Küçük 1980’lerin sonlarında Suriye’ye gidip Abdullah Öcalan’la da görüşmüştü. 1996, 1997 yıllarında bir defa daha gidip görüşmüştü.

Bu tutumu çok olumlu ve değerli buluyordum. Yalçın Küçük gibi üniversite hocasının, profesörün, düşünürün, aydının gerilla hareketinin lideriyle aynı televizyonda yer alması, tartışmalara katılması Kürt hareketini, PKK’yi, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı meşrulaştırıcı bir tutumdu. Bu tutumu ben böyle algılıyordum. Ama kitapta yazının bu bölümünün yer almadığını gördüm ve çok şaşırdım. Bu iki bakımdan olumsuz bir durumdu. Yazardan habersiz yazıda kesinti, sansür yapmak elbette olumsuz bir tutumdu. İkinci olarak bu değerlendirmelerin kitapta yer almasının istenmemesi şaşırtıcıydı. Bu durumu hocaya da ulaştırdım. Hoca kitabın hazırlanmasıyla ilgili olmadığını, arkadaşların yanılgısı, unutkanlığı vs. olduğunu söyledi.

Yalçın Hoca 29 Ekim 1998’de Paris’ten Türkiye’ye döndü. 1999-2000 yıllarında da bu konu üzerinde, yani yazıdan bir bölümün çıkarılması üzerinde konuşmuştuk.

1998’de hazırlanan “Düşünür Yalçın Küçük”  yazısını bu yazıya ek olarak veriyoruz. Karartılan ve italik hale getirilen kısımlar yazıdan çıkarılan, kitapta yer almayan kısımlar oluyor.

***

16 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirildi, İmralı Adası’nda güvenlikli bir cezaevine konuldu.

2000’lerde PKK’yle, Abdullah Öcalan’la ilgili bazı açıklamalar yapılmaya başlandı. Yalçın Hoca da benim yukarıda belirtmeye çalıştığım değerlendirmeleri doğrulamayan açıklamalar yapıyordu. Bir kısım basın Yalçın Hoca’yı “Sen terör örgütü liderine gittin, görüştün, teröre destek verdin…” şeklinde suçlayıcı açıklamalar yapıyorlardı. Yalçın küçük bu suçlamalara “ben keşif kolu olarak gittim, görevimi tamamladım” şeklinde yanıtlar veriyordu. Bu da benim için çok şaşırtıcı açıklamalardı.

20 Mart 2003’te ABD ve koalisyon güçleri Irak’a silahlı müdahale yaptı. Bu müdahaleden sonra Saddam Hüseyin rejimi yıkıldı, Baas Partisi dağıtıldı, El-Muhaberat dağıtıldı, ordu dağıtıldı. Kitle imha silahları imha edildi. Kürtleri tehdit eden belli başlı güçler bunlardı. Bu güçler ortadan kalkınca Federal Irak anlayışı çerçevesinde Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu.

Yalçın Küçük bunu “kukla devlet” olarak değerlendiriyordu. Kürdleri, ABD’nin Kürdleri, bizim Kürdlerimiz diye ikiye ayırıyordu. ABD’nin Kürdleri Talabani ile Barzani’ydi, bizim Kürdlerimiz PKK’ydi, Abdullah Öcalan’dı. Yalçın Küçük’ün “Genelkurmaya, paşalara söyledim. Bizim Kürtleri ABD’nin Kürtleri üzerine saldırtalım, kukla devleti yıkalım” şeklinde açıklamaları oldu. “Tek bir Türk bile kalsam silahlarımı kuşanır, kukla devleti yıkarım” diyordu. 

Bu açıklamaları çok şaşırtıcı buluyordum. Yalçın Hoca Kürdlerin Ortadoğu’da bir statü sahibi olmalarından neden rahatsız oluyordu? Türkiye işçi sınıfı Kürdlerin Ortadoğu’da bir statü sahibi olmalarından neden rahatsız olsun?

2009’da Yalçın Hoca bir defa daha gözaltına alınıp tutuklanmıştı. O zaman Coşkun Musluk bu olay üzerine benimle görüşmüştü. Bu tutuklama üzerine Coşkun Musluk “Yalçın Küçük’e Özgürlük” şeklinde hazırlanan bir bildiri vermiş benim de imzalamamı istemişti. Bu bildiriyi imzalayacağımı ama Yalçın Küçük’le bazı fikir anlaşmazlıkları içinde olduğunu söylemiştim. Yalçın Hoca’nın Ortadoğu’da Kürdlerin bir statü sahibi olmalarından rahatsız olmaması gerektiğini vurgulamıştım. Avukatların tutuklamaya itirazları üzerine Yalçın Küçük o akşam serbest bırakılmıştı.

Yalçın Küçük “kukla devlet”ten, ABD’nin Kürdlerinden, emperyalizmden, emperyalizme karşı mücadeleden söz etmektedir. Hâlbuki emperyalizm Yakındoğu’daki, Ortadoğu’daki en kapsamlı, en kalıcı, en derin operasyonunu Kürdler ve Kürdistan üzerinde gerçekleştirmiştir. Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle de işbirliği yaparak gerçekleştirdikleri bir operasyondur. Türk solu ise bu süreci bilmezlikten, görmezlikten geliyordu. Sadece Türk solunun değil, Türk sağının, Türk ümmetçi ve Türk ırkçı sağının tutumu da buydu. Bunun emperyalizme karşı bir tutum olmadığı, Kürdlerin kazanımlarına karşı bir tutum olduğu açıktı. Buysa resmi ideolojiyi aynen benimsemektir. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma Kürdlerde ve Kürdistan’da bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır.

***

Bütün bunlar bilimin kavramlarıyla incelenmelidir. Bilim deyince akla ilk önce üniversite gelmektedir. Üniversite hakikatın araştırıldığı, bilimin üretildiği bir mekândır. İfade özgürlüğü bilimi üretmenin temel koşuludur. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri kurumlaşmadan bilimi üretmek olanaklı değildir. Bilim ortamı ancak ifade özgürlüğünün kurumlaşmasıyla oluşur. Akademik özgürlük ifade özgürlüğünün yerine geçemez. Eğer bir toplumda ifade özgürlüğü kurumlaşmışsa, ifade özgürlüğü siyasal sistemin, siyasal rejimin önemli bir unsuruysa, orada örneğin rektörün kimler tarafından seçildiği önemli bir konu değildir. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri kurumlaşmışsa, rektörü ister öğretim üyeleri seçsin ister mütevelli heyeti seçsin isterse YÖK, Cumhurbaşkanı gibi kurumlar arada olmadan, 4936 sayılı Üniversiteler Yasası’nda olduğu gibi doğrudan doğruya öğretim üyeleri seçsin sorun değildir. Ama Türkiye’de olduğu gibi ifade özgürlüğü kısıtlıysa orada rektörü doğrudan doğruya öğretim üyeleri seçse de bilim ortamının oluşması, bilimin üretilmesi olanaklı değildir. Bu, özellikle sosyal bilimler için böyledir.

Türkiye’de ifade özgürlüğü kısıtlıdır. Bu, Türk siyasal siteminin önemli bir özelliğidir. Ama üniversitenin de ifade özgürlüğü talebi yoktur. Üniversite, ifade özgürlüğünü insan hakları kurumlarının, insan hakları savunucularının bir mesaisi saymaktadır. Üniversite resmi ideolojiyi en çok savunan, resmi ideolojiye göre tavır ve davranış sergileyen iki önemli kurumdan biridir. Öbürü de yüksek yargıdır. Basını da üçüncü bir kurum olarak saymak gerekir. Üniversitenin ifade özgürlüğü konusunda ciddi bir talebi olmaması, resmi ideolojinin bilgilerinin bilim diye sunulması, irdelenmesi gereken bir durumdur. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve ceza yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir. Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin en önemli kurumudur.

***

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1950’lerin sonlarında 1960’ların başlarında okudum (1958-1962). O zaman derslerde, ders kitaplarında hocaların yazılarında Kürd, Kürdçe, Kürdistan adları geçmezdi. Herkes Türk’tü, Kürdçe diye bir dil yoktu. Örneğin, “I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu nasıl kuruldu?”, “II. Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu nasıl şekillendi?” gibi konularda Müslüman Kardeşlerden, Baas Partisi’nden, monarşilerden vs. söz edilir fakat Ortadoğu’nun önemli bir toplumsal dinamiği olarak Kürdlerden, Kürdistan Demokrat Partisi’nden vs. söz edilmezdi. Benden önce öğrenci olanlar ve benden sonra öğrenci olanlar için de durum buydu. Hatta 1950’lerde, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Mülkiyeli hocalar için de durum buydu. Prof. Bahri Savcı, Prof. Fehmi Yavuz, Prof. Bedri Gürsoy, Prof. Aziz Köklü, Prof. Seha Meray, Prof. Aydın Yalçın, Prof. Sadun Aren, Prof. Dr. Fadıl Hakkı Sur, Prof. Dr. Cahit Talas, Prof. Dr. Fahir Armaoğlu gibi 1930’larda, 1940’larda öğrenci olanlar için de durum buydu. Hatta fakültenin daha eski hocaları Prof. Dr. Zeki Mesut Alsan, Prof. Dr. Hamit Sadi Selen için de durum buydu.

Ama 1880’lerde, 1890’larda Mülkiye’de okuyanlar için durum böyle değildi. O zaman Mülkiye öğrencileri Kürdleri de Kürdistan’ı da biliyorlardı. Tarih derslerinde, coğrafya derslerinde, maliye, ekonomi, idare hukuku gibi derslerde Kürdlerin, Kürdistan’ın adı çok geçiyordu. Ahmed Macid’in “Kürdistan Ahvali ve Mesele-i Islahat” başlıklı yazısı bu bakımdan dikkate değer bir yazıdır. Kendisi de Mülkiyeli olan Ahmed Macid bu yazıyı yazdığında Muş mutasarrıfıdır. Bu yazı 8 No.lu Mülkiye dergisinde yayımlanmıştır (1 Eylül 1325/1909), (Toplum ve Kuram Dergisi, Sayı 6-7, 2012, s. 181-195, yazı Gülseren Duman ve Yener Koç tarafından hazırlanmıştır. Üç bölümlük bu yazı derginin daha sonraki sayılarında da devam edecektir).

O zaman Cumhuriyet’ten sonra resmi ideolojinin nasıl oluştuğunu, Kürdlerin, Kürdistan’ın nasıl inkâr edilmeye başlandığını incelemek, Türk siyasal hayatı bakımından önemli bir konu olmaktadır. Resmi ideoloji nasıl oluşmuştur? Türk siyasal sistemini ve Türk siyasal rejimini nasıl etkilemektedir, gibi konuların incelenmesi önemli olmalıdır.

***

16 Mart 2013’te Mülkiyeliler Birliği’nde düzenlenen “Yalçın Küçük’e Özgürlük” panelinde Beşikçi’yi dinleyenlerin bir kısmı, konuşmasının içeriğinden dolayı Beşikçi’ye tepki gösterdiler. Dinleyiciler daha çok Mülkiyeliydi. İçişlerinden, Maliye’den, Dışişleri’nden emekli mülkiyeliler de vardı. Bu tepkiyi şöyle yorumlamak mümkün: “Mülkiyeliler Birliği gibi aydın bir çevrede bile Kürdlerle ilgili konuşmalara tahammül edilemiyor.” Bilim yöntemi, ifade özgürlüğü, özgür eleştiri tam da bu noktada gündeme gelmektedir. Herkes düşüncesini özgürce ifade edebilmelidir. İsteyen de bu düşünceyi istediği gibi eleştirebilmelidir ama ne düşüncesini açıklayanlar ne de onu eleştirenler herhangi bir idari ve cezai yaptırımla karşılaşmamalıdır. Yalçın Küçük’e Özgürlük panelinde Prof. Dr. Güngör Uras hoca Don Kişot’un düşüncesinden ve eyleminden söz etti. Bu, özellikle Kürd anlatımları için söz konusu olmalıdır.

EK:

DÜŞÜNÜR YALÇIN KÜÇÜK

Yalçın Hoca’nın 60. doğum yılını sevgiyle kutluyoruz.

Kırk yılı aşkın bir zamandır, Türkiye’nin siyasal hayatında, bilim hayatında ve düşün hayatında, Yalçın Hoca’nn çok önemli bir yeri vardır. Yalçın Küçük, öğrenci lideri olarak, Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrenci Derneği başkanlığı ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanlığı yapmıştır. Devlet Planlama Teşkilatı’nda bir teknisyen olarak, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasında ve yönetilmesinde görev alarak, üniversitede öğretim üyesi olarak, yazar olarak, çeşitli kurumların, dergilerin kurucusu ve yöneticisi olarak, Yalçın Hoca’nın, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal gelişiminde, düşünsel gelişmesinde çok büyük bir etkisi olmuştur. Yalçın Hoca, düşünceleriyle ve tezleriyle fikir hayatının dinamizm kazanmasını sağlamıştır. Bu küçük hatırlatmalar bile, Yalçın Küçük’ün çok yönlü bir faaliyet içinde olduğunu hemen göstermektedir.

Yazarlık, gazetecilik, bilim adamlığı, politikacılık Yalçın Hoca’nın önemli nitelikleri arasındadır, bu çok açıktır. Fakat Yalçın Hoca’nın, bunlardan çok daha ilerde olan, belirleyici olan bir niteliği daha vardır: Yalçın Küçük bir düşünürdür. Yalçın Küçük, bilim adamlığının, üniversite profesörlüğünün çok çok ötesinde olan düşünsel yeteneklere sahip bir kişidir.

Bilim yöntemi, doğayı, toplumu, tarihi ve insanı kavramanın sağlıklı bir yöntemidir. Doğa, toplum, tarih ve insan hakkında geçerli, kalıcı, sağlıklı bilgiler ancak bilimsel düşünce yöntemi kullanılarak elde edilir. Bilim tek tek olgularla, somut olgularla ilgilenir; olgular arasında ilişkiler kurmaya, olguları, olgular arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışır. Bilimsel bilgi üretmenin bazı kuralları vardır. Bu kuralları öğrenenler, kavrayanlar, gerektiği gibi uygulayanlar, doğa, tarih, toplum ve insan hakkında bilimsel bilgiler elde edebilirler. Gerek üniversitelerde, gerek üniversite dışında bunları yapmaya çalışan pek çok kişi, akademisyen vardır. Düşünürün işlevi ise bilim adamlığının, akademisyenliğin çok çok ötesindedir. Düşünürün geneli kavrayan bir zihinsel yeteneği vardır. Düşünür, kendine has düşünceleri olan bir kişidir. Düşünür, çalıştığı konulara ilişkin özgün düşüncelere sahip olan bir kişidir. Herhangi bir olgu veya olgusal ilişki söz konusu olduğu zaman, düşünür, bu olgunun sadece bir önceki veya iki önceki olgularla değil, çok daha derinlerdeki olgularla da bağlantısını, başka olgularla da bağlantısını kurma yeteneğine sahiptir. Herhangi bir olgu veya olgusal ilişki söz konusu olduğu zaman, düşünür, bu olgunun hemen bir sonraki aşamada nasıl bir biçim alacağını değil, çok daha ileri bir aşamada nasıl dönüşeceğini gösteren bir zihinsel yeteneğe sahiptir. Düşünürün, bu şekilde, dün-bugün-yarın hakkında anlamlı ve mantıklı bütünlükler kurmak gibi ciddi bir işlevi vardır. Düşünürün dikkate değer zihinsel yetenekleri vardır. Bu bütünlüklerin kurulabilmesi için, olguların da, olgular arasındaki ilişkilerin de ayrı ayrı kavranması gerektiği açıktır. Bilimin verileri düşünür için önemli hareket noktaları olmaktadır. Bilimsel bilgiler düşünürlerin kullanacağı önemli veriler olmaktadır.

Yalçın Küçük’ün, Yeni bir Cumhuriyet İçin (1980); Bilim ve Edebiyat (1985); Aydın Üzerine Tezler (1980’ler, 1990’lar); Türkiye Üzerine Tezler (1980’ler, 1990’lar); Fatih Sultan Mehmet (1987); İtirafçıların İtirafları (1987); Ermeni Rahiple Mektuplaşmalar (1990); Quava Dimus? Nereye Gidiyoruz (1992); Emperyalist Türkiye (1993); Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu (1988); Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Çözülüşü (1991) gibi kitaplar bir düşünürün kitaplarıdır. Türkiye’nin yoksul fikir hayatında bunlar büyük bir zenginliktir.

Bu kitapları sadece, olguları, olgusal ilişkileri çözümleyen yapıtlar olarak görmemek gerekir. Bunların, toplum bilinci, tarih bilinci, toplum felsefesi, tarih felsefesi, devlet felsefesi gibi genel konularda üretilmiş çok değerli bilgiler, görüşler, tezler içerdiği kuşkusuzdur. Bu bakımdan bu eserlerin, ileride yeniden ele alınacağı, irdeleneceği, değerlendirileceği bir kehanet değildir. Bu aykırı bilgilerin, tezlerin, görüşlerin, düşünceyi kışkırtmak gibi çok önemli bir niteliği olduğu da çok açıktır.

Bilim yöntemini kullanarak, toplumu, doğayı, tarihi, insanı anlamaya, kavramaya çalışan pek çok kişi, akademisyen vardır. Bu kişiler, akademisyenler, üniversitelerde, çeşitli araştırma enstitülerinde, basın-yayın alanında veya herhangi bir kuruma bağlı olmadan bağımsız olarak faaliyet yürütmektedirler. Kişi olarak, ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Fakat Yalçın Küçük gibi düşünür niteliklerine sahip olan akademisyenlerin, yazarların sayısı çok azdır.

Toplumsal Kurtuluş, Yalçın Küçük’ün kurduğu ve yönettiği dergilerden biridir. Dergi 1987 yılında yayına başlamıştır, yayını 1992’ye kadar sürmüştür. Yalçın Küçük bu dergide, Kürt sorunuyla, PKK’yle, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesiyle ilgili görüşlerini ve düşüncelerini de açıklamıştır. Bu süreçte, Davalarım (1990); Kürtler Üzerine Tezler (1990); Kürt Bahçesinde Sözleşi (1992); Bir Dikine Ülke (1993) gibi kitaplar yayımlanmıştır. Bunlar Yalçın Küçük’ün Kürt sorunuyla ilgili düşüncelerini açıkladığı kitaplardır. Kürt Bahçesinde Sözleşi, Yalçın Küçük’ün PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’la yaptığı geniş röportajı içeren bir kitaptır. Davalarım isimli kitaptaysa, bu düşüncelerden dolayı Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde açılan davalarla ilgili bazı belgeler, iddianameler, savunmalar vs. vardır.

Yalçın Küçük, hoca olarak da değerlidir. “Düşünür Yalçın Küçük”, “Bilim Adamı Yalçın Küçük”, “İktisat Profesörü Yalçın Küçük”, “Dr. Yalçın Küçük”, “Gazeteci Yalçın Küçük”, “Politikacı Yalçın Küçük” gibi nitelemelere nazaran, “Yalçın Hoca” nitelemesini çok daha sıcak, samimi ve sevgi dolu buluyorum. Türkçeyi çok iyi kullanması, kısa kısa cümlelerle de en derin düşünceleri ifade edebilmesi Yalçın Hoca’nın önemli bir özelliğidir.

Yalçın Küçük adı, pek çok kişide, çevrede, aykırı düşünceleri, aykırı tutum ve davranışları çağrıştırır. Yalçın Hoca için “deli”, “hırçın”, “geçimsiz” gibi nitelemeler yapılır. Kanımca bu sataşmalar Hoca’nın değerini gösterir. Çelişkilerin kaynağı daha çok aykırı düşünceler, aykırı tezlerdir, bu tezlerin yerleşik görüşleri sarsıcı niteliğidir. Kişiler, yazarlar, akademisyenler, aykırı düşüncelerle, aykırı tezlerle ilgilenecekleri, bu konularda kendi düşüncelerini, kendi doğrularını bildirecekleri yerde, Yalçın Hoca’nın örgütçülüğünde, politikacılığında zayıf noktalar arayıp o yöne bindiriyorlar. Bu doğrultudaki bir polemik, Yalçın Hoca’nın tezlerini, düşüncelerini ikinci plana atma gibi bir durum ortaya çıkarıyor. Bu doğru bir tutum değildir. Düşüncelerin, tezlerin tartışılabilmesi esas olmalıdır.

Dr. Yalçın Küçük’ün, benim çok yakından tanıdığım, takdir ettiğim, beğendiğim arkadaşlarla, çevrelerle tartışmaları, polemikleri olmuştur. Onları eleştirmiştir, suçlamıştır. Öte yandan Yalçın Hoca’nın, düşünceleriyle, tavır ve davranışlarıyla bizlere çok çok karşı duran çevrelerle de yakın ilişkileri vardır. Onları övmektedir. Bu ilişkiler ideolojik ve politik düzeylerde de gelişebilmektedir. Bu düşüncelerin, çatışmaların, tutumların ortada bir yerde buluşturulmaları diye bir sorun olmamalıdır. Tartışmalar, polemikler hakaret düzeyine varmadığı sürece, aşağılama amacı taşımadığı sürece dinamik bir şekilde sürmelidir. Herkes kendi düşüncesini, doğrularını özgürce ortaya koyabilmelidir. Herkes bilimin ve siyasetin kavramlarıyla istediği düşünceleri, politikaları, kişileri eleştirebilmelidir. Özgür eleştirinin pürüzsüz bir şekilde işlemesi gerekir. Bu sürecin dinamik bir şekilde işlemesinin en önemli engeli, yine devletin, resmi ideolojinin müdahaleleridir. Devlet, bir tarafın düşüncelerini açıklamaları için yol veriyorsa, hatta, bu düşüncelerin yaygınlaştırılmasını teşvik ediyorsa, bir tarafın düşünce açıklamalarını ise çok ağır cezai yaptırımlarla engelliyorsa, bu tartışma nasıl sürdürülebilir? Bu engellemenin bazen bir gazetenin bombalanması şeklinde cereyan ettiği de bilinmektedir. Dergilere, derneklere, kültür kurumlarına, insan hakları kurumlarına sık sık baskınlar yapılması, yöneticilerin gözaltına alınması, işlevi olan kurumların salonlarının mühürlenmesi neredeyse doğal bir yaşam biçimi olmuştur. O zaman, devletin baskı altında tutmaya çalıştığı görüşlerin ve düşüncelerin de ifade edilebilmeleri için mücadele etmek kaçınılmaz bir görevdir. Tartışma sürecinde bu erdem de gösterilebilmelidir. Düşünce yasaklarının dinamik bir şekilde işletildiği, özgür eleştirinin yasaklandığı bir ortamda sağlıklı bir tartışmanın yapılamayacağı besbellidir.

Yalçın Hoca, 1993 yılı ortalarından itibaren, Avrupa’da, Paris’te sürgün yaşamaktadır. Bu, MED TV’nin de yayına başladığı bir dönemdir. Yalçın Hoca MED TV’de Günay Aslan’ın yönettiği Panel programlarına katılmış, bu programlarda PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’la birlikte çeşitli konulardaki düşüncelerini açıklamıştır. Yine bu programlarda çeşitli kişilerle tartışmalar yapmıştır. Bu da Yalçın Hoca’nın yaşamının önemli yönlerinden ve önemli dönemlerinden biridir. Bu süreç iki bakımdan değerlidir. Devlet tarafından, PKK’nin, MED TV’nin, Başkan Abdullah Öcalan’ın, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesinin öcü gibi görüldüğü, herkes tarafından, özellikle basın tarafından da böyle görülmesinin istendiği bir dönemde, MED TV’ye çıkmanın, PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan’la tartışmalara katılmanın, PANELlere katılmanın bu kuşatmayı kırıcı bir etkisi olmuştur. Bu, Kürt hareketine, ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesine, bu doğrultuda harcanan emeğe, yaratılan değerlere saygının da bir göstergesidir. İkinci olarak çeşitli konulardaki düşünceleriyle, dinleyicilerin düşünsel yeteneklerinin gelişmesinde Yalçın Hoca’nın önemli katkıları olmuştur. Bu düşüncelerin düşünceyi kışkırtıcı bir tarafı vardır.

Yalçın Küçük adı “aydın” kavramını da çağrıştırır. Üniversite, basın, düşünce yasakları, düşünce özgürlüğü denildiği zaman “aydın” konusu da gündeme gelir. Ağırlaşan toplumsal ve siyasal sorunlar “aydın” kategorisini devamlı gündemde tutar. Gazetecilere, yazarlara, akademisyenlere sık sık sorulan sorulardan biri şudur: “Türkiye’de düşünceye neden baskı yapılıyor? Neden düşünce yasakları var?” Bu tür sorulara verilen cevaplar da genellikle şöyledir: “Türkiye demokratik bir devlet olmadığı için düşünce özgürlüğü yaşama geçmiyor, düşünce üzerinde baskılar, kısıtlamalar var…” Bu, aslında bir totolojidir, hiçbir şey söylememektir. Bu cevaplar önemli bir bilgi vermemektedir. Önemli olan düşünce yasaklarına neden gerek duyulduğunu irdelemektir. Örneğin eğer Kürtleri asimile etmek, Türkleştirmek gibi sistematik bir politikanız varsa, bu politika, devlet politikası olarak kararlı bir şekilde uygulanıyorsa, bu süreçte Kürtlerin gündeme gelmesini önleyecek pek çok yasağa ihtiyaç duyarsınız; Kürtlerin dilini, kültürünü tarihsel ve toplumsal gelişimini gündeme getirecek tartışmaların yapılmasına meydan vermemeye gayret edersiniz. Bu konuda düşünce yasaklarını, baskı politikalarını gündeme getirir uygularsınız; yasakların dozunu, kapsamını yıldan yıla artırmaya çalışırsınız. Bu politikalar ve uygulamalar da sizi demokratik kılmaz, demokrasiden gittikçe uzaklaştırır. O zaman, siyasal sistemde düşünce yasaklarına neden ihtiyaç duyulduğunu, düşünce yasaklarının siyasal işlevini irdelemek gerekir.

Düşünce yasaklarına yaklaşımda temel yöntem şu olmalıdır. İlkönce hangi düşüncelerin açıklanmasının serbest, hangilerinin açıklanmasının yasak olduğunu kavramak gerekir. Her düşüncenin yasak olmadığı şüphesizdir. Örneğin “Kürtler ilkel bir halktır, kendi kendilerini yönetemezler, kendi kendilerini yönetme yeteneğinden yoksundurlar; Kürt dili denen dil ilkel bir dildir, yaşatılması, geliştirilmesi gerekli değildir. İlkel bir halkın, ilkel bir dilin ileri bir dil ve kültür tarafından asimilasyonu çağdaştır, demokratiktir…” görüşleri etrafında istediğiniz kadar düşünce geliştirebilirsiniz. Bu konuda bir düşünce yasağının söz konusu olamayacağı açıktır. Hatta devlet, bu tür düşüncelerin açıklanmasını, yaygınlaştırılmasını teşvik bile etmektedir. 1980’lerden önce, Kürtler, Kürt dili tamamen inkar ediliyordu. Gerilla mücadelesinin fiili kazanımları nedeniyle artık bu inkar etkili bir şekilde sürdürülemiyor. Bu sefer de Kürtleri ve Kürt dilini küçümseme, aşağılama ve horlama yollu bir propaganda yürütülüyor. Bu bakımdan, bugünkü siyasal ve toplumsal koşullarda yukarıdaki düşüncelerin, benzer düşüncelerin yasak olduğu söylenemez. Ama örneğin “Kürtler Ortadoğu’da şunca nüfuslarına rağmen neden değil bir devlet, küçücük bir siyasal statüye bile sahip olmamıştır?...” gibi sorular sormak, kuşku ifade etmek, merak belirtmek, Kürtlerin durumunu öteki ulusların durumuyla karşılaştırmak, bu merakı ve kuşkuyu giderici araştırmalara ve soruşturmalara girişmek yasaktır. O halde, hangi düşüncelerin açıklanmasının serbest olduğunun, hangilerinin açıklanmasının yasak olduğunun saptanması gerekir.

Yasaklanan düşünceyle olguların ilişkilendirilmesinin irdelenmesi de önemlidir. Eğer yasaklanan düşünceyle olgular veya olgusal ilişkiler arasında uygunluk varsa, yani olgusal doğruluk söz konusuysa, yasaklanan düşünce olguları, olgular arasındaki ilişkileri aksettirebiliyorsa, o düşünce her koşul altında açıklanmalıdır. Düşünce açıklamalarının meşruiyetinin en önemli dayanağı bu olgusal doğruluktur.

Üçüncü olarak, çeşitli konularla ilgili düşünce açıklamalarının siyasal işlevi üzerinde durmak, yani yasaklarla hangi olguların, hangi ilişkilerin kamuoyunun bilincine çarpmasının engellendiği üzerinde durmak şüphesiz önemlidir.

Düşünce yasaklarını en çok savunanların mülkiyet sahipliklerine, mal mülk biriktirme biçimlerine de bakmak gerekir. Düşünce yasaklarının savunulmasıyla, bayrak, milli marş, ezan, millet edebiyatı yapmak arasındaki ilişkiler de olgusal dayanaklarıyla ortaya konabilir.

Bilimde doğruluğun tek ölçütü vardır, o da olgulardır. Olgular tarafından doğrulanmayan veya yanlışlanamayan hiçbir hipotez veya teori kabul edilemez. Olgularla sınanamayan hiçbir hipotez veya teori bilimsel değildir. Bilim sınırsız br düşünce özgürlüğü ortamında üretilir; özgür eleştiri vazgeçilmez bir kurumdur. Mahkemelerin isteği üzerine, Anayasa Hukuku, Kamu Hukuku, Ceza Hukuku, Hukuk Felsefesi, Hukuk Sosyoloji, İktisadi Doktrinler, Sosyoloji, Antropoloji, Felsefe, Tarih, Tür Dili ve Edebiyatı gibi bilim dallarına mensup bazı profesörlerin “Falan kitapta/yazıda suç yoktur/vardır…” şeklinde “bilirkişi raporu” denen raporlar hazırlamaları bilim yöntemi anlayışına çok zıt bir davranıştır. Bu aynı zamanda, ahlaki olmayan bir davranıştır. Profesörler, söz konusu kitaplarla, yazılarla ilgili olarak kendi doğru bildiklerini elbette ortaya koyabilirler, söz konusu kitapları, yazıları eleştirebilirler, fakat bir kitabın veya yazının, “içinde suç var mı yok mu” saikiyle okunması, bilim yöntemi anlayışıyla bağdaştırılamaz. Bu engizisyon yargılamalarının etkili bir kalıntısıdır. Bu yasaklar ortamında bilim kafalı kişilerin yetişmesi olanaklı değildir; bu ortamda ancak memur kafalı kişiler yetişir. Bu bakımdan Türk üniversitesinde “bilimsel çalışma” adı altında hep resmi ideoloji yeniden yeniden doğrulanmaktadır. Türk üniversitesi siyasal iktidarın direktiflerine en kolay, en hızlı uyan kurumların başında yer almaktadır. Düşünce yasaklarına riayet ederek, düşünce yasakları savunularak bilimin üretilmesi olanaklı değildir. Çünkü bilim sınırsız bir düşünce özgürlüğü ortamında üretilir. Bilimde doğruluğun ölçütü olgulardır; düşünce açıklamalarının meşruiyetinin kaynağı olgulardır. Düşünce yasağı söz konusu olduğu zaman da bu yasakların siyasal işlevi üzerinde durmak, yasakları irdelemek kaçınılmaz bir görev olmalıdır.

Türk siyasal sisteminde, Türk devlet yapısında resmi ideoloji, düşünce yasakları çok önemli kurumlardır. Resmi ideolojinin dinsel içerikli olmasıyla laik olması arasında, cezai yaptırımları açısından ciddi bir fark yoktur. Her iki durumda da resmi ideolojiyi eleştirdiğiniz zaman çok ağır cezai yaptırımlarla karşı karşıya kalıyorsunuz. Çünkü her iki durumda da, resmi ideolojinin çok ağır cezai yaptırımları kullanarak korumaya ve kollamaya çalıştığı devlet, kutsal sayılmaktadır, resmi görüşler “tabu” sayılmaktadır. Bu bakımdan laikliğin kabul edilmesiyle Türk aydınlanmasının başladığı, özgürlüklerin geniş halk kitlelerine yayıldığı anlayışı hiç doğru değildir. Laikliğin kabulü yeni bir resmi ideoloji oluşturmaya engel olmuyor. Resmi ideoloji kurumunun korunduğu, düşünce yasaklarının dinamik bir şekilde işletildiği bir siyasal sistemdeyse bilimin gelişmesi olası değildir. Bu bakımdan resmi ideolojinin bilimin kavramlarıyla eleştirilmesi gerekir. Özgür eleştiri bu yolda vazgeçilmez bir kurumdur. Bilimi, demokrasiyi, sanatı, felsefeyi olanaklı kılan temel koşul özgür eleştiridir. Türkiye gibi resmi ideolojinin korunduğu, düşünce yasaklarının dinamik bir şekilde işletildiği bir toplumda, “aydın”ı belirleyen de herhalde resmi ideolojinin eleştirilebilmesi olmalıdır. “Aydın”, bilgi birikiminin çok ötesinde tavır ve davranışlarla belirlenen bir kategoridir. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığı, devletin cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğu bilinmektedir.

Resmi ideoloji konusunda, düşünce yasakları konusunda ciddi bir şekilde durmak gerekir.  Türkiye’de fikir hayatının gittikçe yoksullaşmasının, kurumasının, beyinlerin körelmesinin, düşünce hayatındaki çölleşmenin temel nedeni düşünce yasaklarıdır. Bugün, insan hakları kurumlarıyla basın Konseyi arasında, cezaevlerinde gazetecilerin, düşünce suçlularının sayısı konusunda önemli bir anlaşmazlık vardır. İnsan hakları kurumlarının saptamalarına göre sayı yüksektir. Basın Konseyi ise farklı kriterler uygulayarak sayıyı mümkün olduğu kadar küçük göstermeye çalışmaktadır. Halbuki sayı hiç önemli değildir. Kişiler, araştırmacılar, yazarlar, akademisyenler, gazeteciler vs. devletin çok ağır cezai yaptırımlarıyla karşılaşmamak için kendi kendilerine sansür uygulamaktadırlar, yani otosansür yapmaktadırlar. Fikir hayatını fakirleştiren, çölleştiren, beyinleri kurutan, kötürümleştiren, tembelleştiren de budur. O zaman özgür eleştirinin yaşama geçirilmesi, düşünce yasaklarının eleştirilmesi kaçınılmaz bir görev olmaktadır.

Bilim, resmi ideoloji, düşünce yasakları, özgür eleştiri kavramlarından hareket ederek çağdaş uygarlığı tanımlamak da mümkündür: çağdaş uygarlık, herhangi bir devletin siyasal sisteminde, resmi ideoloji kurumuna, düşünce yasaklarına yer vermemesidir. Zira her düşünce yasağı aslında halka, devlet tarafından sistematik bir şekilde işlenen bir suçu gizlemek için konulmuştur. Veya yasaklarla gizli-saklı birtakım ilişkilerin, ayıpların deşifre edilmesi engellenmektedir. Bir devletin siyasal sisteminde resmi ideoloji kurumu yoksa, düşünce yasakları yoksa, o devletin, kendi halkına karşı sistematik suçlar işlemediği, kamuoyundan gizleyecek gizli saklı işlerinin, ayıplarının olmadığı kanısına varılabilir.

60. doğum yılında Yalçın Hoca’nın çok yönlü faaliyetleriyle, düşünceleriyle, düşünür niteliğiyle ilgili düşüncelerimi ve duygularımı belirtmeye çalıştım. Bu arada, “aydın” kavramıyla, bilim-resmi ideoloji, düşünce özgürlüğü, özgür eleştiri kavramlarıyla ilgili bazı hatırlatmalar yapmaya gayret ettim.

Yalçın Hoca’ya sağlık ve başarılarla dolu nice yıllar diliyorum.

Na xebere 3873 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.