zazaki.net
27 Nîsane 2024 Şeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
10 Êlule 2014 Çarşeme 15:45

TÜRKLERDE KÜRT VE KÜRTÇE DÜŞMANLIĞI

Roşan Lezgîn

03 Eylül 2014 akşamı, Antalya’nın Kaş ilçesinde bir otelde çalışan iki Kürt genci, sokakta aralarında anadilleri olan Kürtçe konuştuklarından, Türk ırkçısı kalabalık bir grup tarafından darp edildi. Bunlardan Mahir Çetin, başına aldığı ağır darbelerle yaşamını yitirdi, Vedat Çetin ise halen tedavi görmektedir.

Olaya karışanların yirmi-otuz kişi civarında olduğu söylenmesine rağmen, olay sonrası sadece üç kişi polis tarafından yakalanmış, bunlardan sadece biri tutuklanmıştır. Kürt basınından çok daha güçlü ve yaygın bir Türk basını olmasına rağmen olayı, Kürt basını kamuoyuna duyurdu. Türk basını ve Türk aydınının olaya ilgi gösterdiği, doğru bir şekilde işlediği söylenemez. Aslında, Kürtlere yönelik her türden baskıda Türk basının tavrı genel olarak her zaman böyle olduğu için şaşırmamak gerekir.

Kürtlere ve Kürtçeye yönelik düşmanlık sonucu ölümle sonuçlanan bu ırkçı saldırı elbette ilk değildir, bu tür olaylar bilinenden, tahmin edilenden çok daha yaygındır, yoğundur. Daha önce de Kürtçe konuştukları için Kürtler bıçaklandı, darp edildi, öldürüldü. Bunların sadece bir kısmı basına yansıdı. İnternet ağının arama motorlarında bu tür sözcükler yazıldığında onlarca haber karşımıza çıkar.

İlkokulun 4 ve 5. sınıflarını 1974-75 yıllarında köyümüzden bir saat ötede olan Lice’nin Zoxasalan (Türkler adını Kıpçak olarak değiştirmiş) köyünde okudum. Öğretmenimiz Nihat Kök, Keşanlıydı. Meşe ağacından cop kalınlığında bir sopası vardı. Her gün mutlaka birkaç öğrenciyi o sopayla döverdi. Hatırlıyorum, bütün dayaklar Kürtçe konuşuldu diye atılırdı. Derdi bir şeyler öğretmekten ziyade Kürtçeyi geriletip yerine Türkçeyi ikâme etmekti öğretmenin. Ben hiç dayak yemedim ondan, çünkü 3. sınıfa kadar Oğuzeli’nin Büyük Karacaviran köyünde okumuştum, dolayısıyla Lice’deki çocuklara göre Türkçem çok iyiydi. Hatırlıyorum, okulda Türkü söylemesini bilen tek kişi bendim. 

1984 yılında askerdim. Belki karakterimden dolayı belki de kimsenin bana laf etmesini istemediğimden, verilen görevi zamanında, en düzgün şekilde yapardım. Eğitimde, talimde, teorik ve pratik derslerde en iyiler arasındaydım. Örneğin, atışta en iyi dereceyi alırdım, sporda hep en önde koşardım. Türk, Kürt, Arap, Çerkez vs. fark etmez, bölükteki diğer askerler, her türlü nedenden dolayı her zaman dayak yerdi. Çok dayak atılırdı, falakaya yatırılırdı. Ama ben, Kürtçeden dolayı, Kürt olan arkadaşlarımla Kürtçe konuştuğumdan dolayı dayak yedim. Sadece subaylardan değil, düzenli ordu mensubu olmayan çavuşlardan da Kürtçe konuştuğumdan dolayı dayak yedim. Kürtçeye karşı aşırı bir düşmanlık vardı.

Genelleme yapmak elbette doğru değildir ama Türkler, öteden beri Kürtlere karşı ırkçıdır. Türklerde, Kürt ve Kürtçe düşmanlığı olduğuna inanırım hep. Türk kültüründe Kürde yönelik her zaman negatif bir düşünce vardır. Örneğin, Türk deyimlerinde, Türk edebiyatında, Türk dizi filmlerinde Kürtler ve Kürtçe her zaman aşağılanmaktadır.

Diyarbekır’de epey zaman esnaflık yaptım. Yerim, şöyle köşe bir noktadaydı. Her gün her türlü insanla bir şekilde muhabbetim olurdu. Diyarbekır’de uzun süre iş yapan, hemen yakınımdaki binada oturan Konyalı bir amca vardı. O, eşi Hacı Anayla Diyarbekır’de, çocukları ise Konya’da yaşardı. Diyarbekır’de yabancı olduklarından herkesin onlara sevgiyle yaklaştığı gibi ben de çok sever sayardım. Hacı Ana’nın okuma yazması yoktu, köylü kökenli sıradan bir ev kadınıydı. Diyarbekır’de evde sıkılırdı, kimi zaman yanıma gelir, beraber sohbet eder laflardık. Türkçe konuşurduk onunla. Ama ben Kürtlerle, hele hele aile efradımla Türkçe konuşmam, konuşamam. İşte bir gün, yine Hacı Anayla çay içip sohbet ederken hiç Türkçe bilmeyen bir bayan akrabam bir iş için yanıma geldi. Ona da çay doldurdum. Tabi, Hacı Anayla Türkçe konuşuyorum ama dönüp akrabam olan bayanla Kürtçe konuşuyorum doğal olarak. Hacı Ana hemen bozuldu buna, dayanamadı, nasıl yanımda Kürtçe konuşursun diye patladı bana. O kadar pervasızlaştı ki bir dövmediği kaldı. Sonuna kadar gülümseyerek karşıladım saldırısını.

Geçen sonbaharda, “Camilerimiz Allah’ın Evi mi?” başlıklı bir yazımdan dolayı Diyarbekır Müftüsünün daveti üzerine bir arkadaşımla beraber Müftülüğe gittik. Sohbet sırasında, Kürtçe üzerindeki katı devlet baskısının biraz yumuşadığını hatırlatıp, camilerde hani hutbe metni olmasa bile hiç olmazsa vaizlerin Kürtçe verilmesi konusunda sözlü ricada bulundum. Diyarbekır Müftüsü, yakın bir zamanda geçen bir olayı anlattı bize. Diyarbekır’in bir köyünde imam veya vaiz, Cuma namazından önce Kürtçe sohbet etmiş. Camidekilerin hepsi Kürt ama tesadüfen emekli bir Türk de oradaymış. Kalkıp müftülüğü aramış, camide Kürtçe konuşuluyor diye şikâyet etmiş. Müftü efendi, yumuşak bir lisanla, Kürtçenin artık o kadar da yasak olmadığını izah etmeye çalışmış ama bu kez bizim emekli Türk amca, “ben anlamıyorum, anlamadığım bir dilde nasıl camide konuşurlar,” diye tutturmuş. “Olmaz böyle,” demiş. Müftü efendi, çaresiz “peki efendim,” demek zorunda kalmış.

Peki, ya biz hiç Türkçe bilmediğimiz halde nasıl Türkçe okul okuduk, nasıl Türkçe askerlik yaptık, nasıl camide vaaz ve hutbe dinledik? Türkler bunu düşünüyorlar mı arada sırada olsa da?

Lice’de, akrabalarımın yaşadığı köyün imamı Türk. Aslında birçok Kürt köyünün imamı Türktür şu an. Bu imam, altı-yedi yıldır tek başına orada yaşıyor. Köylüler, yabancıdır diye yemeğinden içmesine, yakacağından çamaşırına birçok ihtiyacını karşılar, adeta misafir muamelesi yaparlar. İmam, tek kelime Kürtçe öğrenmemiştir. Köyde yaşlı kesim pek Türkçe bilmez, az buçuk Diyarbekır’in bozuk Türkçesini anlasa bile, sözgelimi Çorum ağzını anlayamaz ama imama karşı saygısızlık etmeyi, anlamadıklarından dolayı hutbe okumasına itiraz etmeyi akıllarından bile geçirmezler. Aptallıklarından, geriliklerinden değildir bu, nezaketlerinden, başka milletlere, dillere saygılarından bunu yapmazlar.

Aslında Türkler de diğer egemen ulusların diline, kültürüne, örneğin İngilizlere ve İngilizceye, Fransızlara ve Fransızcaya, Almanlara ve Almancaya, Arapçaya, Farsçaya, Rusçaya karşı saygısızlık etmezler. Bir Türk, bu dilleri bildiğinde, konuştuğunda gurur duyar kendisiyle. Örneğin, Türk televizyonlarında müzik yarışmaları olur. Türk ses sanatçıları, İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça bir parça seslendirdiklerinde büyük değer görürler. Ama Türkiye’de 25 milyon kadar Kürt nüfus olmasına ve çok güçlü bir müzik geleneğine, repertuarına sahip olmalarına rağmen hiçbir zaman herhangi bir yarışmacı Kürtçe bir müzik parçasıyla katılmamıştır bu yarışmalara. Niye? Çünkü Türkler, milli hissiyatlarını sadece Kürt karşıtlığı, Kürt ve Kürtçe düşmanlığı üzerinden tatmin ederler. Çünkü Türklerde Kürt ve Kürtçe düşmanlığı vardır.

Türk insanı, Türk aydını, Türk akademisyeni, Türk basını bu konulara doğru bir şekilde yaklaşmıyor, değinmiyor. “Türkiye’de Kürtlere yönelik baskı devlet tarafından yapılıyor, aslında halklar arasında sorun yoktur.” demek doğru değildir. Bir tarafta ezen muktedir ulus, diğer tarafta ezilen ulus var. Türkler, ulus olarak Kürtleri eziyorlar. Bu, çok açıktır. Örneğin, Antalya’da milli hissiyatla Kürt gençleri ölesiye dövüldü, öldürüldü. Birey olarak aralarında alıp veremedikleri bir şey var mı? Yok! Birey olarak bir Kürdün Türk ile, bir Türkün Kürd ile elbette sorunu yoktur. Meselenin aslı egemen ulus-ezilen ulus ilişkisidir.

Antalya’da Kürt genci bu şekilde ırkçı hezeyanlarla canice katledildikten sonra adeta tatmin olmuş birçok tiksindirici yorum dolaştı sosyal paylaşım sitelerinde. Örneğin Kürşat Bozkurt adında birisi şöyle yazmış: “Antalya Kaş’ta bayraksız, soysuz, babası belli olmayan kürt çocuğu linç edilerek öldürülmüştür. Darısı diğer kürtlere”. Yine Emre Bezek adında diğer birisi “Antalya Kaş’ta bölücülük yapan bir kürt vatandaşın tahtalı köy bileti vatanseverler tarafından kesildi. HAYIRLI OLSUN!” şeklinde duygularını dışa vurmuş.

Türk aydını, Türk akademisyeni, Türk basını, Türk polisi, MİT, Türk mahkemesi, Türk halk kitlesi bunları görmüyor mu? Türk polisi isterse bunları aynı günde bulamaz mı? Bulur ama duygudaşlıktan dolayı onaylar bunları. Yirmi-otuz kişilik bir grup saldırmış, bir ölüm var ortada ama sadece bir kişi tutuklanmış. Diyelim ki aynı şeyleri Kürtler Türklere yapsaydı, neler olurdu neler! Hrant Dink, Türkler için ne dedi ki? Çok basit bir eleştiriyi canıyla ödedi.    

Türk aydınının geliştirdiği en önemli diskurs, Kürtlere yönelik söylemdir; ezen-ezilen ulus ilişkilerini gizlemedir, çarpıtmadır. Örneğin, gerçek sorunu saptırmak için, çoğu zaman devleti soyut bir kavram olarak anlatır. Daha sonra, devletin yaptıklarını da münferit olaylar derecesine indirgemeye çalışır. Oysa devlet (burada ulus devlet) bir milletin en üst örgütüdür ve her zaman milli çıkarları esas alır. Devlet teşekkülünü oluşturan kadrolar, milletin önde gelen kadrolarıdır aynı zamanda. Yani devletin yönetici kadroları zaten milletin yöneticileridir. Devlet, elbette halkı manipüle etme gücüne sahiptir ama halkın hissiyatını şekillendiremez. Tam tersine, devletin karakterini, eğilimlerini belirleyen, devlete şekil veren, halkın kendisidir. Devlet, halktan bağımsız oluşmuş bir teşekkül değil ki. Üstelik devlet politikasının oluşumunda, sanılanın aksine devleti yöneten bürokrasinin değil aydınların rolü belirleyicidir. Örneğin, Anayasa metnini Türk aydınları hazırlıyor. Devlet erki, kanun ve kararname metinlerini Türk aydınından bağımsız hazırlamıyor.

Hiç kuşkusuz birçok millet Kürtleri soykırımdan geçirmiştir ama Türkler kadar başka bir millet Kürtleri bu kadar aşağılamamıştır. Türkler, bize, toprağımıza, milliyetimize, dilimiz ve kültürümüze, kimliğimiz ve kişiliğimize çok büyük haksızlık yapmıştır. Niye? Çünkü Kürtler, bu toprakların otokton halkıdır. Türkler buraya dışarıdan geldi, Kürtlerin ve diğer milletlerin topraklarına kondu. “Vatan tutmak”, “üstüne konmak” gibi deyimler buradan gelir. Kürtçede bu tür deyimler yoktur. Kürtçede “punduna getirmek”, “sürgün etmek”, “kazık atmak”, “kazığa oturtmak”, “kellesini almak”, “tahtalıköye yollamak” gibi deyimler de yoktur.

Türklerin milliyetçi olmalarını, Türklüklerini, dilleri ve kültürlerini, devletlerini sahiplenmelerini yadırgamıyorum. Bu anlamda hassasiyetlerinin, kırmızı çizgilerinin olmasını normal karşılıyorum. Ama Kürdün de milliyetçi olmasına, Kürtçe konuşmasına, dili ve kültürünü geliştirmesine, devletini kurmasına saygılı olmak gerekmiyor mu? Kürt düşmanlığı yapmak, Kürde ve Kürtçeye linç derecesinde ırkçı davranmak, bu yapılanlara, bu cinayete sessiz kalmak, bunu onaylamak doğru mu?

“İnsanların özgürlükleri başkalarının özgürlük sınırlarını ihlal ettikleri zaman biter.” Sınırı geçtiği oranda da geriler. Gerek Kürt halkına ve gerekse Kürt diline yapılan bu aşağılık saldırıları yapanların ve dâhi aklından geçirenlerin asla unutmaması gereken bir gerçektir bu söylem!

Na xebere 10388 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.