zazaki.net
08 Oktobre 2024 Sêşeme
Girdîya Karakteran : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
11 Hezîrane 2018 Dişeme 09:09

Dağ Kavmi - II: Kozluk, Sason, Midyat Seyahati

İsmail Beşikçi

25-30 Mayıs 2018 tarihleri arasında, Diyarbakır-Batman gezimiz oldu. Diyarbakır’da, 26 Mayıs’ta, İBV bünyesinde kurulan Canip Yıldırım Kütüphanesi’nin açılışı yapıldı. Bu ayrı bir yazı konusu olacak. Bu yazıda, Batman, Kozluk, Sason, Midyat, Kerboran, Nusaybin gezisiyle ilgili izlenimlerimizi dile getirmeye çalışacağım.

26 Mayıs’ta kütüphanenin açılışı öğle saatlerinde gerçekleşmişti. Kütüphanenin açılışından hemen sonra, Batman’dan gelen arkadaşlarla birlikte Batman’a doğru yola çıktık. Esas programımız, Abdullah Kaya’nın, Dağ Kavmi, romanının geçtiği coğrafyada dolaşmaktı. Bu konuda Abdullah Kaya ile haberleşmiştik. Fakat o günlerde, Abdullah Kaya önemli bir ameliyat geçirdi. Bu ameliyat nedeniyle gezimize katılamadı. Batman’da gezi programını O’nsuz yapmak zorunda kaldık.

Dağ Kavmi romanının geçtiği coğrafyada gezinti yapmak esas amacımızdı. Buna paralel olarak üç istek daha vardı. Birincisi, 1971 yılında, 12 Mart Rejiminde, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Tutukevinde, tutukevi, henüz Seyrantepe’deyken gerçekleşen bir ziyaretle ilgiliydi.

Arkadaşlar “İsmail Abi, bir ziyaretçin var” demişlerdi. Ziyaret yerine, Musa Anter Ağabeyle birlikte gitmiştik. O zaman ziyaretler rahattı. Tel örgülerin bir tarafında ziyaretçiler, diğer tarafında da tutuklular yer alırdı. Ziyaretçiler bütün tutuklularla görüşebilirlerdi. Tutuklular da herkesin ziyaretçisiyle görüşebilirdi. Soyadı koşulu vs. aranmazdı.

Ziyaretçi Sason’dan geldiğini, İsmail Beşikci ile görüşmek istediğini söylemişti. Musa Ağabey, beni göstererek, “İsmail Beşikci bu” demişti. Ben de “İsmail Beşikci benim” demiştim. Ziyaretçiyle bir saniye kadar göz göze gelmiştik. Sonra ziyaretçi, Musa Ağabeyle konuşmaya başlamıştı. Musa ağabey, ona, Sason’dan bazı kişileri, aileleri soruyordu, o da cevap veriyordu.

Ziyaretçi, boyuna-enine çok iri bir kişiydi. İki metreden fazla boyu vardı. Elleri ayakları çok büyüktü. Kırmızı yanakları vardı. Sağlıklı bir kişiydi. Ben o zaman 32 yaşındaydım. Ziyaretçi de genç bir kişiydi. Türkçesi iyi değildi. Musa Ağabeyle Kürdçe konuştular…

Bu şekilde bir-iki dakikalık bir sohbetten sonra, ziyaretçi tekrar, “İsmail Beşikci ile görüşmek istiyorum, ona haber verir misiniz” dedi… Musa Ağabey, beni göstererek “Beşikci budur” dedi. Ben de “Beşikci benim” dedim. Bunun üzerine tekrar bir saniye kadar göz göze geldik. Ondan sonra, ziyaretçi tekrar Musa Ağabeyle konuşmaya başladı. Kısa bir süre sonra, üçüncü defa Beşikci ile görüşmek istediğini, haber verilmesini istedi. Bu sefer Musa Ağabey, “Beşikci budur diyorum, inanmıyorsun, Beşikci de Beşikci benim diyor, inanmıyorsun, hala Beşikci’yi soruyorsun…” diyerek öfkesini dile getirmişti. “Ulan ayı, Beşikci ille de senin gibi kocaman mı olmalı” diye tepki göstermişti.

Musa Anter’i tanıyanlar, bilirler, buradaki “ayı” sözcüğü hakaret, aşağılama içeren bir sözcük değildi. Gerek el, kol, yüz hareketleriyle, gerek cümlenin ifade ediliş biçimiyle, ses tonuyla, bu, sadece bir espri olarak değerlendirilebilir.

Bu anlatılar, Musa Anter’in “Anılarım” kitabında yer alıyor. Bu kitap başta Doz Yayınları olmak üzere pek çok yayınevi tarafından defalarca basıldı. Hem bu kitabı, hem de kitap içindeki bu anlatıları bulmak kolay…

Bu söz üzerine bir gülüşmeden sonra, Musa Ağabey ziyaretçiye, “Beşikci’yle görüşmek istiyorum, deyip duruyorsun, Beşikci’ye ne söyleyeceksin, ne anlatacaksın, Beşikci’den ne öğreneceksin?” demişti.  

12 Mart rejiminde, Diyarbakır-Siirt illeri Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ndeki duruşmalar, Türk basınına yansımıyordu. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Çukurova’da, Eskişehir’de Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’de görülen davalar, duruşmalar, basına yansıyordu. Ama Diyarbakır’daki duruşmalar, basına yansımıyordu. Duruşma salonuna basın mensubu vs. gelmiyordu. Ama sıkıyönetim komutanlığı, bazı davalarla ilgili olarak bizzat kendisi bildiri yayımlardı. Örneğin, Devrimci Doğu Kültür Ocakları Davası, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi Davası gibi davalarda böyle sıkıyönetim bildirileri yayımlanmıştı. Beşikci Davası ile ilgili olarak da ilk celseden ve son celseden sonra böyle bildiriler yayımlanmıştı.

Prof. Dr. Zafer Üskül’ün, “Bildirileriyle 12 Mart 1971 Dönemi Sıkıyönetimi” adında bir kitabı var. (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Ağustos 2014) Bu kitapta, sıkıyönetim komutanlıklarının yayınladıkları bildiriler bir araya getirilmiş. Bu dönemde, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yayımlanmış bildiriler de yer alıyor (s.170-258) Ama sözünü ettiğim bildiriler bu kitapta yer almıyor…

İlk celsede, ifade sırasında, sıkıyönetim mahkemelerinin anayasaya aykırı olduğunu, mahkemelerin görevsiz ve yetkisiz olduklarını belirtmiştim. Bu taleplerın Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesini belirtmiştim. Daha sonra da Kürdlerin, Kürd dilinin objektif bir gerçek olduğunu ifade etmiştim. Sıkıyönetim bildirisinde, Kürdlerle, Kürdçe’yle ilgili olarak ifade edilen düşüncelerden söz edilmiyordu, fakat, Türkiye’de yaşayan herkesin Türk olduğu, Türkçe’den başka bir dilin söz konusu olamadığı vurgulanıyordu. Sıkıyönetim mahkemesi tarafından, Beşikci’nin dile getirdiği taleplerin reddedildiği belirtiliyordu.

Sason’dan gelen ziyaretçi ve arkadaşları, “devletim bir mahkemesi” karşısında, talepler ileri süren, Kürdlerden söz eden bu kişiyi “devlete kafa tutan” biri olarak algılamışlar. Bu kişiyi tanımak istemişler. Ziyaretlerinin amacı buymuş. Fakat ziyaretçi, hayal kırıklığına uğramıştı. Morali biraz bozulmuştu. Herhalde, daha iri, güçlü bir kişi hayal ediyormuş.

İşte Sason’da bu arkadaşla görüşmek istiyordum. Örneğin herhangi bir kahvehanede, Sasonlulara bu anılardan söz ederek bu kişiyi bilip bilmediklerini, bu arkadaşın akıbetini soracaktım…

O dönemde, Diyarbakır Sıkıyönetim Tutukevi’nde, Kozluk’tan Mehmet Şirin Baltaş isimli bir arkadaş vardı. Türkiye İşçi Partisi Kozluk İlçe Başkanı’ydı. Bu çerçevede tutuklanıp Sıkıyönetim tutukevine konulmuş. Mehmet Şirin Baltaş’ın Kozluklu olduğunu biliyordum. Kozluk’ta Mehmet Şirin Baltaş’ı da soracaktım. 7-8 yıl önce, Ankara’da, Mehmet Şirin arkadaşın yeğeniyle de tanışmıştım.

* * *

İkinci isteğim 1965-1966 yıllarındaki, Nemrut ve Süphan Yaylalarıyla ilgiliydi. O dönemde Koçer Alikan Aşiretinin bir bölümü, yazın Nemrut ve Süphan’daki Süte Yaylası’nda, kışın Silvan’ın Hêlîn köyünde konaklıyorlardı.

Aşiret reisi Hacı Qerevan’ın, yedi-sekiz yaşlarında, Hayran isimli küçük bir oğlu vardı. Nemrut ve Süte yaylalarında, bize “ev nan sipehî ye…” diyerek, anasının sac üzerinde pişirdiği yufka ekmeklerden getirirdi. O zamanlar, kendi çadırımızda, Ahlat’tan, Bedri Bahar ve Muzaffer Zincir isimli iki öğretmenle birlikte kalıyordum. O zaman bu iki öğretmen, Bitlis Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından, yaz aylarında, dağdaki çocuklara Türkçe öğretmek için görevlendirilmişlerdi.

İki yıl kadar önce, Silvan’daki Hêlîn Köyü’ne gitmiştik. Alikanları bugünkü durumlarıyla ilgili sohbet edecektik. O sohbet sırasında, Hayran’ın, Batman’a yerleştiğini öğrenmiştim. Hayran’ı görmeyi, sohbet etmeyi çok istiyordum. Batman’da, arkadaşlara, bu anılardan söz ederek Hayran’ı arayıp bulmaya çalışacaktım.

* * *

Mele Abdullah Timoqî (1904-1992), çok dikkatimi ve ilgimi çeken bir kişiliğe sahipti. Mele Abdullah Timoqî, 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde ve daha sonraları etrafa Kürdi ışıklar saçıyordu. Mele Abdullah Timoqî (Adullah Begik) Kozluk’un Timoq köyünden olduğunu biliyordum. Etrafa Kürdi, Kürdistani ışıklar saçan bu evi ve medreseyi görmek de, bende büyük bir arzuydu. Kozluk’ta arkadaşlarla bu konuyu da konuşacaktım. Üçüncü isteğim de buydu.

* * *

Canip Yıldırım Kütüphanesi’nin açılışından hemen sonra, Batman’dan gelen Behmen Doğu ve Aydın Üneşi dostlarla birlikte Batman’a hareket ettik. Bismil üzerinden Batman, arabayla birbuçuk saat kadar bir yol. Yol genel olarak düz ovada ilerliyor. Yolun her iki tarafı buğday ve mısır tarlarıyla dolu. Mısır burada endüstri bitkisi…

Büroda, üç gün için kaba bir plan yapmaya başladık. Ameliyat nedeniyle Abdullah Kaya bu geziye katılamayacaktı. Plan yapmaya çalışırken, büroya birçok arkadaş girdi. Bize, “hoş geldin” demeye gelmişlerdi. Bu kişilerden biri de Celal Temel hocamızın küçül kardeşi Sait Temel’di.

Bu arada sürpriz olarak Mehmet Şirin Baltaş da, odaya girdi. Mehmet Şirin Baltaş’la 12 Mart 1971 rejiminde, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Askeri Tutukevi’nde ikibuçuk yıl kadar bir arada kalmıştık. Batman’a gelişimizi haber almış, geldi. Mehmet Şirin arkadaş, askeri tutukevi anılarını, mahkeme-duruşma anılarını anlatmaya başladı.

Mehmet Şirin bunları anlatırken, büroya, Abdullah Kanat girdi. Abdullah Kanat’la 1990’da Sağmalcılar Cezaevi’nde C-13 koğuşunda bir arada kalmıştık. Abdullah Kanat’ın, mücadele ve cezaevi anılarıyla ilgili üç ciltlik kitabı var: 1. Mizgin, Batman’da Şafak Sökerken, Belge Yayınları, 2007 İstanbul / 2. Welat, Dicle’nin Ahı, Belge Yayınları, 2011 / 3. WElat, Amed’de Vahşet Geceleri, Belge Yayınları 2013

Abdullahla arasıra telefonda görüşüyorduk, Batman’a gelişimizden haberdardı. Abdullah Kozkluklu olduğunu, Kozluk’un Norşen köyünden olduğunu söyledi. “Yarın Norşen’e birlikte gideceğiz” dedi. Kozluk ilçe merkezinde akrabaları olduğunu, onlarda da uğrayacağımızı belirtti.

Mehmet Şirin Baltaşla sohbet ederken, Mele Abdullah Timoqî’yi, Timoq köyünü, Mele Abdullah’ın evini, medresesini sordum. Mehmet Şirin, “Mele Abdullah’ın çok geniş bir kütüphanesi vardı. Her taraf kitap doluydu. Evin önünde çok güzel meyve bahçeleri, çiçek bahçeleri vardı. Ev, kütüphane, bahçeler her yer yakıldı, çok geniş kütüphaneden, kitaplardan küçük bir eser bile kalmadı” dedi. “Ahırlar, kümesler, içindeki hayvanlarla birlikte yakıldı” dedi.

Mele Abdullah Timoqî, gerilla mücadelesi döneminde 1985’de, Türkiye’yi terketmişti. İran’da ve Irak’ta, Kürdistan bölgelerinde kalmıştı. Daha sonra, Suriye’ye, Kürdistan bölgesine geçmişti.

Mele Abdullah Timoqî, etrafa Kürdî ışıklar saçan bir kişiydi. Çağdaş bir zihniyete sahipti. Evin, medresenin, içindeki kitaplarla birlikte yakılması, onlardan hiçbir iz bırakılmaması, Türk Egemenlik Sistemi anlayışına çok uygun bir davranıştır. Şeyh Said’in, Sey Rıza’nın mezarlarının yok edilmesi gibi, Said-Kürdî’nin mezarının kaybedilmesi gibi… Bugün, başta Hasankeyf Barajı olmak üzere, Fırat ve Dicle üzerinde, bu nehirlerin çeşitli kolları üzerinde barajlar yapılmasının ana nedeni de, Kürdleri çağrıştıran bazı anıtları sulara gömmek, onlardan hiçbir iz bırakmamaktan başka bir şey değildir.

Evin, medresenin yakılmış olmasına rağmen, yerini, kuruluş alanını görmek önemli olabilirdi. Arkadaşlara, yaptıkları telefon görüşmelerinde, köyle gidemeyeceğimizi, operasyon olduğunu, yolun kapalı olduğunu söylermişler…

O gün bizi ziyaret edenlerden biri de Berken Bereh’ti. Berken Bereh’i uzun yıllardır Kürdçe yazılarından, Kürdçe şiirlerinden tanıyordum. İlk defa karşı karşıya geliyoruz. Üç günlük Batman seyahatimizde, Berken Bereh’le brkaç defa bir araya geldik. Berken Bereh, Beşikci üzerine bir şiir de yazdı. Şiirin el yazılı aslına bana verdi.

Akşam, kalabalık bir grupla Kristal’de yemek yedik. Yemekten sonra, Kristal yollarında yürüyüş de yaptık…

* * *

27 Mayıs sabahı, erkenden Kozluk’a gitmek üzere hareket ettik. Arabayı Behmen kullanıyor. Arabada dört kişiyiz. Ben, Behmen, Aydın hoca ve Abdullah Kanat… Kozluk’a doğru, coğrafya gittikçe yükseliyor, yol gittikçe engebeli virajlı bir hal alıyor. Kozluk’ta fazla eğlenmiyoruz, doğrudan Norşen’e doğru ilerliyoruz. Yol gittikçe yükseliyor, engebeler, virajlar artıyor. Yolun bazı bölümleri asfalt, bazı bölümleri ham yol…

Norşen köyü, yolun altında yer alıyor. Evler, yerleşme birimleri birbirlerinden epeyce uzak. Evler, Norşen suyu ile yol arasında, yamaçta yer alıyor. Her taraf, ceviz, nar, incir, dut, çınar ağaçlarıyla dolu… Nar ağaçları kıpkırmızı çiçekleriyle her tarafta kendini gösteriyor. Bu ağaçlardan bir kısmı özenle yetiştiriliyor, bir kısmı, doğada kendiliğinden yetişiyor. Bu köyde ekilebilir arazı yok. Evlerin önünde küçük bahçeler var. Köy hayvancılık için uygun bir alan…

Yolun hemen altında çok güçlü, çok temiz bir su akıyor. Su arkı içinde, onlarla hortum var. Bu hortumlar evlere doğru uzanıyor. Hortumlar, evlere su götürüyor. Norşen suyu, yoldan üçyüz metre kadar aşağıda. Yol ile Norşen suyu arasındaki yükseklik çok dik. Arazi çok vahşi ama çok güzel… Yoldan Norşen suyuna kadar indik. Yol yok. Büyük taşlara, fidanlara tutunarak iniyorsunuz. Norşen suyuna Qosket çayı da deniyor. Bu çay ileride, Dicle’nin önemli kollarından biri olan Batman Çayı’na katılıyor.

Norşen suyu da çok güçlü… Sular duru akıyor. Toprak taşımıyor. Norşen suyu Norşen köyünü ikiye bölmüş. Abdullah, bizim bulunduğumuz köyün korucu köyü olduğunu söylüyor. Kendi köyleri suyun öbür tarafında. Abdullah Norşen köyünün iki tarafında bitip tükenmez kan davaları, çatışmalar, ölümler olduğuna işaret ediyor.

Norşen suyunun bir tarafında Malaşerefler’in köyleri yer alıyor. Qewmê Çiyê tabir edilenler bu kesim. Aliyê Ûnis’in oğlu Muhammed ağa, 1925 Şeyh Said direnişine katılıyor. Bu direniş sırasında büyük kayıp veriyorlar. Direnişten sonra ailenin geri kalanları sürgün ediliyor. Sürgünden bir süre sonra, af üzerine evlerine, köylerine dönüyorlar. 1934-1935 yıllarında devletle çatışan Muhammed ağanın küçük kardeşi Abdurahmanê Ali oluyor. Malaşerefler Kürd bir muhtariyet peşinde…

Norşen suyu üzerinde, köyün iki tarafını birleştiren tel örgülerden yapılmış bir asma köprü var. Birkaç kişi köprüye çıktığınız zaman köprü epeyce sallanıyor. Küprü üzerinde sallana sallana ilerliyorsunuz. Köprünün yüz metre kadar uzunluğu var. Altta su coşkun bir şekilde akıyor. Suyun öbür yakasında, Teterê Badik’e bağlı aileler, köyle, aşiretler yer alıyor. Bunlar, devlete asker ve vergi vermek istemiyor. Bunun için devlet tarafından eşkıya, haydut kabul ediliyorlar. Bunlar da dağları doruklarındaki, derin vadilerdeki mağaralarda yaşıyorlar. Devlet bunları düze indirmek için çok yoğun bir çaba içinde… 1935’de isyan bu tarafta yer alan Xirbaq köyünde başladı. Eynnebir köyüne sıçradı… Bu gezimizde, bu alanları ziyaret edemedik.

Dönüşte, Kozluk’ta, Abdullah Kaya’yı, evinde ziyaret ettik. Bize coğrafya ve süreç hakkında bilgi verdi. Bir dahaki gezide beraber olmamızı diledi. Daha sonra Abdulla Kanat’ın Kozluk’daki yeğenlerine uğradık. Oradan da Sason için yola çıktık.

Kozluk-Sason coğrafyası Dersim’i andırıyor. Kozluk-Sason yollarına ilerlerken, Dersim, Nazımiye, Cıvrak yollarında ilerliyormuşsunuz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Dağ Kavmi romanında birkaç yerde şöyle bir cümle geçiyor. Dersim coğrafyası, Kozluk-Sason coğrafyasına göre piknik yeri sayılır.

Sason’da bizi Fahrettin arkadaş karşıladı. Fahrettin bizi çok güçlü, soğuk ve temiz bir suyun aktığı, çok büyük, çınar ağaçlarının altında yer alan bir dinlenme alanına götürdü. Bir öğretmen arkadaş daha vardı.

Burada sohbet ederken, yazının baş tarafında sözünü ettiğim anıları dile getirerek, 1971’dek Sasonlu ziyaretçiyi görüp göremeyeceğimi, bulup bulamayacağımı sordum. Sasonlu arkadaşlar, kendi aralarında, falanca aileden olabilir diyerek bazı ihtimaller üzerinde durdular. Birkaç telefon konuşması yaptılar. Sonunda, o ziyaretçinin bulunduğunu, “ziyaretçi benim” dediğini, biz evine davet ettiğini söylediler… Kalkıp gittik. Üç katlı bir apartmanın ikinci katında oturuyor. Ceviz, nar, incir, dut, çınar ağaçları, çeşitli çiçek fideleri arasında bir ev…

Arkadaşın adı Şaban. Biraz hasta. Ama vücut yapısını yine koruyor. 2 metre 20 santim olduğunu söylüyor. Beli biraz bükülmüş… Çocukları torunlar var. Genç oğlu bizi karşıladı ve uğurladı. Şaban arkadaş, 1971 anılarını, daha sonraki yaşamını anlattı. Uzun yıllar İstanbul’da ve başka yerlerde yaşam sürmüş. Kalkıp tekrar Sason’a gelmiş, yerleşmiş… Bu arkadaşla tanışmış olmam beni çok mutlu etti.

Şaban arkadaşı evinden ayrıldıktan sonra, Fahrettin ve öğretmen arkadaş, bizi Mereto dağı eteklerinde bir mezraya götürdüler. İki arabayla gidiyorduk. Arazi, yol, durmadan yükseliyordu. Giderek bozuk, taşlık bir yol haline geldi. Arabamızın biri yolda kaldı. İlerleyemedi. Öbür arabayla yolda yükselmeyi sürdürdük. Komk (Gomk) mezrasında yaşayan bir Ermeni aileye gidiyorduk. 1915’ den önce burada bir Ermeni manastırı olduğu da vurgulanıyor. Bölgede, sadece üç Ermeni aile kalmış. Biri bizim gittiğimiz aile, diğeri bu ailenin yakınında bir evde oturan aile. Üçüncü aile, aynı mezrada ama evi biraz daha uzakta…

Mereto Dağı 3000 metreyi aşan bir yüksekliğe sahip. Doruğunda öbek öbek kara birikintileri görülüyor. Biz 2000 metreyi aşkın yükseldik sanıyorum. Ermeni aileden, bir genç bizi yolda karşıladı. Orada arabadan indik. Bu sefer biraz daha yükselerek ve dolanarak eve varmaya çalıştık. Yol falan yok. Taşlara basarak, bir taştan öbür taşa atlayarak, fidanlara tutunarak ilerliyorsunuz. Bu şekilde, arazide 200 metre kadar daha yükseldiğimizi sanıyorum.

Ermeni ailede bir yaşlı erkek, iki yaşlı kadın var. Biri yaşlı erkeğin anası, biri de eşi. Bizi, yolda karşılayan ve eve götüren, ailenin genç oğlu. Evli. 8-10 yaşlarında iki erkek çocuğu var. Bu evde, eşinden ayrı bir de kızkardeşi var. Evin, ailenin her tarafında yoksulluğun fışkırdığı bir yaşam… Gerek genç erkek, gerek babası çok samimi, içten konuşan insanlar… Dışa kapalı bir dünyada yaşıyorlar. Genç erkek, dünyadan biraz haberdar, ama babasının, günün aktüel olaylarından haberi yok. Baba, Kürdçe ve Arapça konuşuyor. Yaşlı kadınlar, bize selam verip, yakınımızda oturdular. Konuşmaları izlediler… Genç erkek, çobanmış. Bir anlaşmazlık sonunda çobanlığı bırakmak zorunda kalmış. Ailenin günlük işleriyle ilgileniyor. Evin önünde çok küçük bir sebze bahçesi var. Evin her tarafı, nar, incir, ceviz, çınar ağaçlarıyla kaplı.. Su çok… Kışın, kurtlardan korunmak için çok sıkı önlemler almak zorunda kalıyorlarmış.

Akşam vakti, evden ayrıldık. Ailenin, genç oğlu bizi uğurlamak için yola kadar bizimle geldi. Bu sefer kestirme bir yoldan bizi yola indirdi. Yol falan yok, Taştan taşa atlayarak, kimi yerlerde düşerek, ağaç dallarına tutunarak ilerliyorsunuz.

Evin alt tarafında, yola yakın bir yerde, Sünni Kürd bir aile yaşıyor. Bu Ermeni aile ile anlaşmazlığa düşmüş. Bu bakımdan bu ailenin kendi evinin yakınından, geçmesine engel oluyormuş. Bu bakımda, yoldan sonra, yükselerek ve dolanarak evlerine varabiliyorlarmış.

Fahrettin ve öğretmen arkadaşımız bizi Sason’a kadar getirdi. Sason’da ayrılık. Batman’a doğru hareket ettik. Yolda, Malabadi Köprüsü’nde mola verdik. Burada, din hocası, çok güçlü bir şair, Abdurrahman Dürre’nin, Sabri Beyle yattığı sohbeti anımsadım.

Abdurrahman hoca ve Sabri Bey, aynı aşirettenmiş: Badikan aşireti. Sabri Bey, eski milletvekili ve Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık’ın babası oluyor. Bir gün, Muş’ta, Sabri Bey, Abdurrahman hoca ile sohbet ederken, şöyle demiş: “Seyda, Bizim Badikan aşiretinin, öbür aşiretlere göre durumu nasıldır? Yiğitlik bakımında, beceri bakımından, okuma yazma bakımından, insaniyet bakımından durumu nasıldır?” demiş. Abdurrahman hoca, şunları söylemiş: “Bizim Badikanların, çok küçük bir kısmı alim olur, benim gibi, bazıları şeytan olur, senin gibi, geriye kalanı da ahmaktır, onlardan bir iş çıkmaz!” Bu cevap Sabri Beyi güldürmüş...

* * *

Ertesi sabah Midyat’a doğru hareket ettik. Midyat’a varmadan önce, Adnan Demir hocaya uğradık. Adnan hoca, Gercüş’e yakın bir köyde oturuyor. Kahvaltıyı da orada yaptık. Hoca ve eşi bizi çok sıcak karşıladılar. Evin terasına çıkıp etrafı iyice görmeye çalıştık. Çok geniş tarlalar var. Köyün yakınında üzüm bağları da görülüyor. Evdeyken, hocanın küçük kardeşi Mustafa Demir’le de konuştuk. Mustafa uzun zamandan beri Almanya’da yaşıyor.

Evden Adnan Demir hocayla çıktık. Adnan hoca, Midyat, Nusaybin yolculuğunda bize eşlik etti. Midyat’a gitmeden önce, Kerboran’a uğradık. Kerboran’ı dağlık bir arazide, küçük bir yerleşme birimi olarak düşünüyordum Kerboran düz bir arazide kurulmuş. 27 bin nüfusu var. Adnan hoca, bizi, Kerboran’da yurtsever Kürdlerle de tanıştırdı. Bunların bir kısmı din hocasıydı. Kerboran’ın (Dargeçit), Basa’nın (Güçlükonak) gerilla mücadelesi sürecinde, basında, adları çok geçiyordu. Basa da Kerboran’dan 30 km. kadar uzaklıkta kalan bir belde…

Midyat’a varmadan önce, Hah ve Halex köylerine de uğradık. Hah köyünde manastırı ve kiliseyi, ziyaret ettik. Halex köyünde, İskender Debasso’nun restore edilmiş evinde bir süre dinlendik. Bu yapı bir sarayı andırıyor. Mimarisiyle, işçiliğiyle, iç yapısıyla, bahçenin düzenlenmesiyle bir saray… Süryani mimarisinin, Süryani işçiliğinin bütün özelliklerini bünyesinda barındıran bir saray…

Adnan Demir hoca, çevre hakkında, çevrenin tarihi hakkında çok derin bilgilere sahip bir kişi. Aynı zamanda çok iyi bir rehber.

Midyat’ta Yuhanna’yı ziyaret ettik. Yuhanna dükkanında Süryani şarapları satıyor. Dükkanda sohbet sırasında, bir üniversite hocasıyla da tanıştık. Hoca, hükümetten çok şikayetçi. Midyat’ta görmek istediğimiz birkaç arkadaş vardı. Fakat onlara ulaşamadık…

Nusaybin’e doğru giderken, yolda, arabada, Şeyh Fethullah Hamidi’den söz edildi. Arkadaşlar, bu şeyhin, 1915’de, Ermeni ve Süryani soykırımlarının yaşandığı dönemde, Ermenilere, Süryanilere çok yardım ettiğini anlattılar. Arkadaşlar, Şeyh Fethullah Hamidi ile ilgili anlatımlara bu bölgede, çok rastlanıldığını dile getirdiler.

Batman’daki arkadaşlar, Hayran’a ulaşmışlar. Yarın büroya geleceğini söylemişler. Telefon görüşmeleri sırasında arkadaşlar bunu da öğrenmişler…

Nusaybin’e varmadan Beyazsu tabir edilen bir dinlenme tesisi var. Burada arklardan çok soğuk sular akıyor. Yere serilmiş kilimler üzerine oturarak, yastıklara yaslanarak dinleniyorsunuz. Soğuk sulara ayaklarınızı daldırıyorsunuz. Bayazsu’da, sizi eli kemençeli çocuklar karşılıyor. Size küçük bir konser de veriyor…

Beyazsu’dan sonra, Dara Antik Kentini ziyaret ettik. Dara Antik Kenti’ni bundan önce de birkaç defa ziyaret etmiştim. Bu seferki daha farklı oldu. Adnan Demir hocanın anlatımlarıyla Dara Antik Kenti’ni dolaşmak daha anlamlı oluyor. Dara Antik Kendi bir Asur kenti…

Batman’a Midyat üzerinden döndük. Dönüşte, Midyat’ta birkaç yıldır hizmet veren Akito Oteli’nde bir süre dinlendik. Akito Oteli İskender Debasso’nun oteli. Mimarisinin, Süryani işçiliğinin bütün özelliklerini taşıyan bir otel…

* * *

Üçüncü gün sabah Dicle Anter ve eşi, bizi kahvaltıya davet etmişti. Oraya gittik. Dicle Anter’in eviyle, Behmen Doğu’nun evi aynı semtte, farklı sitelerde. Dicle Anter Musa Ağabeyi hatırlatıyor. Dicle Anter ve eşi, estetik duyguları olan kişiler. Ev çok güzel dekore edilmiş. Müze gibi. Her tarafa Kürdi tabblolar, arkeolojik bulgular, el ürünler var. Musa Ağabey’in bu özelliklerinin Yaşa Kaya çok anlatırdı. … Sevgili çocuklarının kimlik alması birkaç yıl önce, basına da yansımıştı.

Üçüncü gün, bürodaydık. Büroya, bizi görmeye birçok kişi ve kurum geldi. Batman’dan Selim Özdemir arkadaşla birlikte Hayran da geldi. Hayran’ı görmek beni çok mutlu etti. 1965-1966 yıllarında 7-8 yaşlarındaydı. Şimdi 60 yaşlarında… Hayran’ı görünce, 1965-1966 yıllarını, Koçerleri, Nemrut-Süphan yaylalarını, göçleri, Hêlîn Köyünü, 7-8 yaşlarındaki Hayran’ı, öbür çocukları, Hacı Qerevan’ı hatırladım. Hayranla o yılları konuştuk. Hayran Hacı Qerevan’ın oğluydu.

Şimdi Hayran’ın 4 çocuğu var. 6 torunu var. Erkek çocukları iş sahibi olmuşlar, Kız çocukları küçükmüş, okuyormuş…

Hayran, 4 ay öncesine kadar, Muş kırsalında çobanlık yaptığını söyledi. Bir gece uyuklarken, üzerine kar yağmış. O geceden sonra hastalığa yakalanmış, zatürre olmuş. Bir süre hastanede yatmış… Şimdi iyi, düzeldiğini söylüyor. Şimdi artık çabanlık yapmıyor, çalışmıyor…

O gün, Mele Abdullah Timoqî’nin bir yakını da ziyarete geldi. Basın mensubu bir arkadaş… Mele Abdullah’ın evinin, medreresinin, içindeki kitaplar birlikte yakıldığını o da anlattı. Ev, medrese, Xelqız Dağı ve Çiyayê Belava arasındaki bir vadide, Xeytike tarafında kurulan tek evmiş. Burada başka bir ev yokmuş… Arkadaş, bahçenin de çok güzel düzenlendiğini, bahçede, her çeşit meyvenin, çiçeğin yetiştirildiğini söyledi. Evi, medreseyi, bahçe düzenlemesini, Mele Abdullah’ın bizzat kendisinin yaptığı da belirtiliyor… Bahçe de yakılmış… Bu yapılardan hiçbir eser yok… Basın mensubu arkadaş, Mele Abdullah’ın, altı erkek beş kız onbir çocuğu olduğunu da belirtti.. Mele Abdullah Timoqî, 1971, Devrimci Doğu Kültür Ocakları Davası’nda, Kozluk sanıkları arasında yer alıyordu…Duruşmalar sonunda beraat etmişti…

Çocuklar…

Burada, büroda yapılan konuşmalarda dile getirilen bir ayrıntıyı belirtmek istiyorum. Bürodakiler, evli fakat çocuğu olmayan arkadaşları ile ilgili bir konuşma yapıyorlardı. Arkadaşlardan biri “İsmail Abi’nin de çocuğu yok…” gibi bir şey söyledi. Bu söz üzerine başka bir arkadaş da “İsmail Abi’nin çocuğu çok, Kürdler İsmail Abi’nin çocuklarıdır…” gibi bir laf etti. Bu söz üzerine, Behmen Doğu, bana dönerek şöyle dedi: “Babalar çocuklarına harçlık verir, hani benim harçlığım, hani öbür çocukların harçlığı… Sen kimseye harçlık dağıtmıyorsun… Senin bize borcun çok… Borcun gittikçe ağırlaşıyor. Senin yükün ağır. Gittikçe ağırlaşıyor…”

Bu espri bende şöyle bir çağrışım yaptı. Birkaç gün önce, Diyarbakır’da, İBV bünyesinde Canip Yıldırım Kütüphanesi’ni açtığımız gün, açılışa esnaftan bir arkadaş da katılmıştı. Arkadaş, Vakıf’ta kendisini tanıttıktan sonra, “Bizim sana borcumuz çok, Kürtlerin sana borcu çok…” gibi sözler etti. Bu söz üzerine, bizim vakfın bir önceki Başkanı İbrahim Gürbüz, bu arkadaşın yüzüne değil de daha sonra, bana şöyle serzenişde bulundu: “Bizim sana borcumuz çok, Kürtlerin sana borcu çok…” hep böyle söylüyorlar. Ama borçların ödemek için hiçbir çaba göstermiyorlar, Örneğin, Vakfın, Beşikci’nin bir-iki kitabını satın almıyorlar… Kürdler, Beşikci’yi gördükleri her yerde böyle sözler söylüyorlarç. Borcun çoksa, borcunu öde, ama kimse buna yanaşmıyor, Beşikci’nin, Vakfın bir-iki kitabını satın almıyor…”

Doğada Yaratılan Bir Cennet

Akşam, Batman-Kurtalan arasında yer alan bir çiftliğe gittik. Çİftliğe Hayran’ı da götürdük. Çiftlik, Beşiri ile Kurtalan arasında yer alıyor. Batman-Kurtalan 60 km. Beşiri Kurtalan 30 km. Çok bakımlı bir çiftlik. 150 dönüm civarında genişliği var. İnsan zekasıyla, emeğiyle yaratılan bir çiftlik… Binden fazla fıstık ağacı var. Zeka, emek ve sabırla kayalardan su çıkarılmış. Bakım sulama, çok fenni bir şekilde yapılıyor. Çok gür, temiz bir su devamlı akıyor…

Etrafta tavus kuşları dolaşıyor. Ceylanlar, bir uçtan bir uca kayalık alanlarda koşturuyorlar. Tavuk, horoz, hindi, kaz, sülün için kümesler var. Kümesler çiftlikte çok geniş bir bölümde… Bir tavuk, onlarca civciviyle taşlık kayalık bir bölümde, otların, fidanların arasında, imparator gibi dolaşıyor… Her taraf, ceviz, dut, nar, çınar, elma, armut ağaçlarıyla dolu…

Çok güzel, şirin bir ev yapılmış… Villada misafirlerin ağırlanacağı odalar da var. Evin etrafı çam ağaçlarıyla kaplı. Evin önünde büyük-küçük iki havuz var. Havuzun suyu evin önündeki sebze bahçesine akıyor…

Çiftliğe geldiğiniz zaman sizi çok güzel bir at karşılıyor. At, havuzun önünde oturduğumuz sırada da birkaç defa bizim etrafımızda dolandı… Behmen’in 8-9 yaşlarındaki oğlu atın başından ayrılmadı, atı sevmeye, başını okşamaya çalıştı. At, bu küçük dostuna karşı çok sevecen bir tutum içindeydi…. Bütün bunlar, insanların emeğiyle, zekasıyla, sabrıyla gerçekleştirilmiş…

Çok enfes bir yemekten sonra, gece geç saatlerde çiftlikten ayrıldık.

Sonuç

Diyarbakır gezimizin esas amacı Vakıf bünyesinde kurulan Canip Yıldırım Kütüphanesi’nin açılışını yapmaktı. Bu gerçekleşti. Açılışla ilgili bir yazı da kaleme alınacak.

Batman-Kozluk -Sason, Midyat gezimizin esas amacı ise, Dağ Kavmi romanının geçtiği coğrafyayı biraz dolaşmaktı. Bunun ancak bir kısmını gerçekleştirebildik. Buna bağlı olan üç isteğimiz daha vardı. Bunları üçü de gerçekleşmiş oldu. Bölgeyi Abdullah Kaya ile birlikte dolaşmak ise, önemli bir arzumuz olarak devam ediyor. Abdullah Kaya sağlığına kavuştuktan sonra bu da mümkün olacak…

İki Not

Bu yazıdan önceki, “Adaylar” yazısıyla ilgili iki not düşmek durumundayım. Adaylar, yazısında Bülent Tekin’in, “HDP Üzerine” başlıklı yazısından söz ediliyordu. Bülent Tekin, “HDP Üzerine” başlıklı yazıdan sonra, “Kurnaz Adam ve Şöhretler (!) Karması” başlıklı yeni bir yazı daha yazdı. Bu yazı da 27 Mayıs günü internette, bazı sitelerde yer aldı.

Çok sert, eleştirel bir yazı. Bu yazıyla ilgili düşüncelerim şunlar… HDP’nin çok ihtiyaç duyduğu, duyacağı süreçlerden bir eleştiri olmalıdır. Bu tür eleştiriler yararlıdır. Bu tür eleştiriler üzerinde düşünmek, gereğini yapmak önemlidir.

HDP’nin çok geniş bir kitle tabanı var. Önemli kavşak noktalarında, bu taban HDP’yi hiç yalnız bırakmıyor. Ama, bu geniş Kürt halk kitleleri, kendi Kürdi, Kürdistani duygularına, düşüncelerine uygun bir yönetim oluşturamıyor. Çoğu zaman, bu geniş Kürt halk yığınlarını rolü, Kürdi, Kürdistani olmayan bir üst akılın ürettiği projeleri onaylamaktan öteye gitmiyor. Halbuki, bu geniş kitleler, Kürdî, Kürdistaî duygu ve düşüncelerine uygun bir yönetim yaratabilir. Bu konuda daha fazla etkinlik içinde olabilir.

Bütün bunlara rağmen, Kürtler ve HDP ile birleşik öbür partiler, örgütler, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’a, milletvekili seçimlerinde HDP’ye oy vermelidir.

Adaylar yazısıyla ilgili ikinci not şudur: Urfa’dan Adil Yılmayan bizim İBV’na eleştirel bir not göndermiş. Eleştiri kısaca şu: Hamal Kürd kavramını ilk ben kullandım. Ama, Beşikci bundan hiç söz etmiyor. Mücahit Bilici’yi ön plana çıkarıyor.

Adil Yılmayan, yeniurfagazetesi.com/haber sitesinde, 5 Mart 2012 ve 6 Mart 2012 tarihlerinde, “Irkçılığın Nurculardaki Versiyonu= Kürdler Sadece Hamaldır” başlıklı iki yazı yazmış. Adil Yılmayan bu yazıların linklerini de göndermiş. Birinci yazıyı okudum. İkinci yazının lingini maalesef çeşitli denemelerime rağmen açamadım.

Bu değerli yazıyı görmemiştim. Bu konularla ilgili olarak birçok değerli kitabı, yazıyı da göremiyor olabiliriz. Bu elbette bir eksiklik…

Adil Yılmayan, Beşikci’ye elbette böyle bir eleştiri yöneltebilir. Beşikci, “Mücahit Bilici’nin ürettiği ve kullandığı…” şeklinde bir kavram kullanıyor. Bunun yerine sadece “kullandığı” şeklinde bir ifade olsaydı kanımca daha uygun olurdu. Ama, Adil Yılmayan’ın, ilk önce, Mücahit Bilici ile ilişkilenmesi daha doğru olur.

Hamallık ve Kürtler konusunda geriye doğru gittiğimiz zaman, Saidi Kürdî’ye (1876-1960) kadar gitmek gerekebilir. Saidi Kürdî, İkinci Meşrutiyet yıllarında, İstanbul’da Kürt hamalların örgütlenmesinde yer alan kişilerden biriydi. İlimden, irfandan söz eden yazılarında hamallık konusuna değiniyordu.

“İçtimai Reçeteler I, II (Med Zehra Yayıncılık, Eski Said Eserler Dizisi, 1990 İstanbul) kitaplarında bu anlatımları görmek mümkündür.

Bu kitaplar, daha sonra “İçtimai Dersler” adı altında, 2004 yılında Med Zehra Yayıncılık tarafından yeniden basıldı.

Zehra Yayıncılık tarafından 2011 yılında yayımlanan “Hizmet Rehberi” isimli kitapda da bu konuları görmek mümkündür.


Na xebere 2901 rey wanîyaya
No nuşte hema şîrove nêbîyo.